Bir Ben Miyim ?

09:42 Bahar ERGÜL 0 Comments

Yazı yazmanın en zor tarafı nedir diye sorsalar, ilk cümleye başlamak derim. Hoş! Cümle kurmak bile büyük lüks benim için şimdilerde ya, neyse ki bozuntuya vermiyorum.

Yutkunmak, nefes almak ve zorlayarak ta olsa gülümsemeye çalışmak korkunç birer yükken, hiçbir işin yokmuş gibi sen kalk içindeki cehennemi tarif etmenin derdine düş? Kime neyi ıspatlamaya çalışıyorsam? Kendi artistliğimden de gına geldi  artık.

Bildiğim tek şey, her düştüğümde bir müddet yerde kalmayı (bile isteye) tercih ettiğim. Bunu neden yaptığımı da düşünüyorum tabi. Manyak değilim sonuçta. Bulduğum cevaplar hepimizi ilgilendiren cinsten sevgili okur. Bundan sebep peyda oldu bu yazı huzurlarınıza.

Ben derim ki, yaşanan çatışmanın şiddeti ya da ruhtaki tahribatın boyutu ne olursa olsun yaralar tamamen iyileşmeden insan içine çıkmamalı. (Herkes gibi ben de kendi parametrelerime göre estiriyorum, sen istersen başka bir yol da denersin)

B.ktan şeyler yaşıyorsan eğer, tam anlamıyla öyle olmalısın. Bağırsaklarına kadar inmeli o acı. Canın beş karış suratla mı gezmek istiyor? Gez! Saçını taramak dünyanın en büyük işi mi? Tarama o zaman. Çünkü göreceksin daha sonra içinde kıyametler koparken, iyiy-miş gibi görünmenin bir işe yaramadığını.

'Pozitif düşünme' furyasının yarattığı sektöre ve evrene pozitif enerji gönderirken idiota dönen insancıklara bakınca mutsuz ve depresif hallerim nedense pek bir sevimli gelmeye başladı bana? Samimiyetsizlik saç diplerimize kadar inmiş. Ne iğrenç.. 

Bir acın, sıkıntın, derdin varsa kalbinin bir köşesinde hissettiğin, onu dibine kadar yaşa. Zaten vadesi dolunca kendisi defolup gidecek, acele etme.. Sen ne kadar pozitife bağlarsan bağla, hiç olmadık bir zamanda, hiç olmayacak bir yerde hortayıverir o yok-muş gibi yaptığın şey.

Burun buruna gelirsin kendinle. Ne olacak o vakit? Ne kadar sıvışabileceksin?

Son 3-4 aydır kimseyle konuşamadığım zamanlardayım.. Tüm sevdiklerimi erteleyerek dostlarımı küstürerek içime kapandığım zamanlarda. Bütün günahlarımla yüzleştiğim ve bundan sonraki süreçte kimseyi iplememem konusunda kendime söz verdiğim zamanlar... Etrafımdaki herkesi tekrar konumlandırmaya çalıştığım, konumlandıramadıklarımı ise hiç düşünmeden çöpe attığım zamanlar... 

Tek bir soru var aklımda; Bir ben miyim değerlerimi zor durumda kalmadan gözden geçirme zahmetine girmeyen? Bir ben miyim canı yanmayınca doğruyu bulamayan? Akıllanmayan??

Ağır bedeller ödetiyor bazen hayat. Ne kadar dik olursan ol kırılıyorsun bir yerinden. İstediğin kadar aslan kesil, bir  'şey' gelip dürüyor defterini. 

Çok düşünceliyim okur.
Canım acıyor.


Herkes kendi parametreleriyle asıp kesmeye başladığından beri içinden çıkamaz olduk bu işlerin.. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Kuyruklar dik! (Kuyruğuyla boğmak istediğim insanlar var.)

Kendime olan inancımı sorguladığım ve uzaylı gibi gezdiğim günlerden biri daha bitti. Böyle zamanlarda dizine yatırır severdi annem. 'Herşey insan için Bahar'ım..'

Benden baharlar giderken... Herşey insan için anne..
Ben ayağa kalkarım kalkmasına da..

Ya sonra?

0 yorum:

Yağmurlar Yağıyor İçime

09:40 Bahar ERGÜL 0 Comments

Sinirlerim alınmış gibi bu ara.
Ne kahroluyorum acıklı bir hikayeye rastladığımda, ne de küçük bir tebessüm uğruyor yüzüme. Hiçbir şey hissetmiyorum ve yine HİÇBİR ŞEY umrumda değil.
Boşluk. Sadece simsiyah bir boşluk var içimde.

Ölmek ne tuhaf şey!
Kötü şeylerin hep uzaklardaki insanların başına geldiğini sanıyoruz. Hayatın keşmekeşine dalıp günlük rutine devam ederken bir bakıyorsun evdeki koltuklardan biri boşalmış. Yağmurlar yağıyor içime...


Babannem terk etti bizi... Uzun zamanların savaşçısıydı. Yıllardır yaşadığı sağlık sorunları, bakıma muhtaç hale getirmişti onu. Yoruldu...

Adını koyamadığınız duygularınız oldu mu sizin de?
Hiçbir yere sığmayan acılarınız?
Cümle kuramadığınız oldu mu 'başın sağolsun' dediklerinde?


O 'büyük' savaşlarınız ve 'muhteşem' ödülleriniz dolduramadığında o kara deliği, kendinizi nereye attınız?

Tüm hücrelerimi esir almadı elbet bu hüzün. Lakin... Kalan kısmım iş görmüyor. Umursamıyor dünya üzerinde olan biteni. Hiçbir işe yaramıyor bedenim.
Zihnimde muazzam bir kaos!
 

Dönemsel menfaatlere endeksli iğrenç karakterler, kıskançlığın hapsinde şuursuz yaratıklar ve eninde sonunda hırslarının kurbanı olan yüzlerce kaybeden...

Neyin savaşı bu?
Neyin kavgası?


Tehlikleli sulardayım okur. Böyle bakınca anlamsızlaşıyor herşey, değersizleşiyor. Bırakıyorum hayallerimi bir kenara usulca. Yaramazlık yapmış çocuklar gibi tüm vazgeçişlerim..

'Kızım boşvermişliğin de bir derecesi olur' diyor bir dost. Herşeyini boşvermemeli insan? Kariyerini, eğitimini, sosyal hayatını, arkadaşlarını... Önce kendini!

Boşvermemeli.
Bir 'şey' lazım bana!
 

Ayağa kalkabilmem için bir 'şey'.
Kahkaha atabilmem için... Bir 'şey'.


Ayraçlarını koyduğum yerden devam etmem lazım kitaplarıma. Hakan Günday mesela... Kim bilir evin hangi köşesinde.. James Blunt'un son albümünün jelatinini açmadım daha. Ne çok severim aslında...

Diyorum ki temizlik yapayım biraz.
Sonra bi çay koyayım, yanına 2-3 kurabiye belki..
Cam kenarındaki koltuğa kıvrılıp dışarıyı seyredeyim biraz. Çocuklar oynuyordur mahallede belki, onlara bakarım.
 

Hem kuşlar da yok artık.
Sonra kabulleneyim.
Yudum yudum kabulleneyim...


0 yorum:

Hüzün Taze Tutar Aşk Yarasını

09:37 Bahar ERGÜL 0 Comments

Aşk düştüğü yeri yakıp kül  eden ateşse,
Gönül, küllerinden yeniden doğan mabeddir...
Yandık... Yakıldık...
Ama hüzünden yana asla yakınmadık.
 

Hüzün taze tutar aşk yarasını...
Yaramdan da hoşum, yarimden de...

Mevlana ne güzel dizmiş değil mi kelimeleri...?

0 yorum:

Tanırım Tırnak İzlerini

01:35 Bahar ERGÜL 0 Comments

Kalpteki tırnak izleri kaybolmuyor zamanla.. Yenileri ekleniyor belki, ama hiçbir zaman tam olarak kaybolmuyor. Belki olgunlaşmak, belki kaşarlanmak? Herneyse işte! Ruhtaki her darp izini gözbebeklerinden tahlil edebilirsiniz. Ne kadar dik olursa olsun omuzlar, ne denli yüksek duvarlar örülsün... Cık!

Görür görmez anlamıştım kanadığını. Kahkaha şiddetine paraleldir gözyaşı. Yüksek kahkahaları ele verdi onu. Belki bir dipsiz kuyunun başındaydı çoklarımız gibi? Hepimiz tanıyoruz o kuyuyu değil mi.. Çevresindeki herkese yutturmuştu 'yapay' mutluluğunu. Mükemmel bir hayatı vardı 'herkese göre'.

Ama ben?
Acıyı gözünden tanıyan ben...
Tuz basmaya aşina olan ben...


Kokusunu alırım canlı cenazelerin. Akıllı adamdı, hissettiğimi anladı. Bile bile yaklaştı bana. 'Biliyorum...' Dedim. Teslim oldu. Bana değil, kendine.
Bir kaç hafta sürdü gizli buluşmalarımız. Ne benim canım istiyordu bunu biriyle paylaşmak, ne de o hevesliydi. Suç işler gibi değil, kaçmak/kurtulmak ister gibi gidiyorduk birbirimize. Bal gibi biliyordum halbuki, 'iyileşmek' için geliyordu bana. Canı çok acıyordu, iyileşsin istiyordum! Ama beni yaralamadan...

Bir keresinde... Yaklaştık... Gözlerini benimkilerden ayırmıyordu. O'nu yere çarpan karanlığa girmek üzereydik. Tel örgülerle örülü dikenli mayın tarlasını adımladık birlikte. Belki de aslında her ruhun arka bahçesini...

'Anlatma dur!' Dedim... Bedenimden büyük bir kamburum vardı zaten, ihtiyacım olan son şey onun terkedilmişliğiydi. Hem bana ne! Benim yaralarımı kim sardı ki? Taş üstünde taş kalmayan kalbimde onun dinamitleri zaten oldukça anlamsızdı.

O bana dokunduğunda savaşacak bir gölge bile bırakmadığımı anladı. Herkesi kovduğumu... Gökgelerime bile tahammülümün kalmadığını.. Burnu sızladı belki rutubet kokusundan.

Ben... O'nun bedeninde bir kadınla çarpıştım. Başından beri izini sürdüğüm, o adını koyamadığım sancının mimarıyla... Hemen sordum. 'Bunu neden yaptın?

Zalimdi patlattı şamarı!
'Başka tenlerdeki gölgeleri kovmak için..'

Kanattığım erkekleri çiviledi alnıma...

Onları orada bırakıp çıktım. Yenik yakışıklıyı ve içindeki kadını. Öyle ağırlaştım ki, yüzümde patlayan yüzleşme ağır gelmişti taşıyamadım. Sendeledim...

Ben ne yapmıştım? Kahrolası ben ne çok kalp kırmıştım?

Mutlu olmayı denerken kapanmayan yaralar açmasak keşke. Tırnak izleri bırakmadan gitmeyi becerebilsek mesela... Uğradığımız kalplere bizden sonra da yaşama şansı versek? Gölgeler yaratmasak.

Terk edişlerimiz fahişe gibi olsa? Kullanmadan, hırpalamadan, hesaplar tutmadan... Alan razı veren razı?

Düşman askeri gibi terk ederken ateşe vermesek keşke... Geride kalanın bir 'şansı' olsa keşke..

0 yorum:

Kevgir Kafalar

01:31 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
'Allah'tan namuslu ananın çocuğuyum!'
 
            'Ananın genç kızlığını nerden biliyorsun pezevenk?' diyemedim tabi. Namussuz olsa kaç yazar? Vazgeçecek misin sevmekten? Değişecek mi evladı olduğun gerçeği?
     
          Doğuranın namusuna not vermek ne zaman icad edildi yahu? Hem ayıptır sorması kaliteyi kim tayin ediyor?Bu işin bilirkişisi falan... ne biliym, çıktığı yerin çeperini ölçen mi var? Orası tek yön benim bildiğim?
                      
           Hem bir hayat kadının çocuğu olsan, bu seni daha ucuz kılmaya yeter mi erdemle yaşadıktan sonra? Ya da namus ehlinden doğman, yanında çalıştırdığın işçilerin hakkına göz diktiğini , devletten kaçırdığın vergileri, tek ayak üstünde uydurduğun 99 yalanı aklamaya yeter mi sanıyorsun?
                 
           Bir kere anneler Tanrı tarafından verilmiş şeyler, seçilmiş değil. Kimin çocuğu olacağına karar vererek gelen var mı? Nasıl bir rezervasyon sistemi olabilir ki? Teknik olarak mümkün değil. Bu tamamen şans işi. Olayın başka boyutları da var tabi. Sonuçta biz doğduğumuzda annelerimi üç aşağı beş yukarı mesleklerine karar vermiş oluyor. Var mı müdahale etme şansı olan? 
                 
          Bu arada ben eskisi kadar emin değilim orospu çocuğu olmanın kötü bir şey olduğundan. Namus abidesi olacak kadınlardan feci şeyler çıktığına şahit olduğum içindir belki
  
         Hayatta çok net olmak iyi bir şey değil bence. Zihni su gibi berrak olan sıkıntılıdır. Bir yerde ciddi bir sorun vardır... ve ne yapıp edilmeli sorun hangi cehennemdeyse bulunup çözülmelidir vakit kaybetmeden. Aksi takdirde..

          Hiç olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda ve hiç hazır değilken hortlayıverir Mazallah! Başta sizi sonra sevdiklerinizi ve o dönemde ne var, ne yoksa hayatınızda hepsini un ufak eder...
 
          Demem o ki... Kazık kadar insanlar çıktıkları deliklere değil, beyinlerindeki deliklere baksın. Kevgir gibi kafalarla gezmek iyi yere götürmez kimseyi. Orospu çocuklarının da umrunda değiller ayrıca.
 
 
(ayar kaçtı bu defa okur, idare et )
 

0 yorum:

Oğlum Bak Git !

01:25 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bu cümlenin efsane olabildiği 3. dünya ülkesi olmaya aday bir ülkenin sabahından günaydınlar herkese!
 
Ülke nüfusu ‘yaşlanınca’ sevgili devlet büyüklerimiz ‘hadiseye’ el attı, Allah onları başımızdan eksik etmemekle beraber ne muratları varsa da versin. Sayelerinde yalnızlıktan kurtulduk, yatak odalarımız şenlendi. Artık 3 kişiyiz; biz, sevdiceğimiz, bir de devlet! ‘Bir sen, bir ben bir de devlet…’’ derdi sanırım ünlü popçumuz bu günleri de göreceğimizi bilseydi.
Yatak odalarımıza kadar müdahil olan bu sistemi alkışlayan bir zihniyetin ahlak algısının sınırlarını ben -aciz beynimden olsa gerek- çizemiyorum.
 
 
1972 yılında Amerika’da bir kadın,işsiz-güçsüz, tam anlamıyla topluma yük denilebilecek vasıflara sahip bir adamdan hamile kalmış. İyi yapmış yapmamış orası bizi hiç ilgilendirmez. Bulunduğu eyaletin yasaları kürtajı yasaklıyor olmasına rağmen başvurmuş ve sonuç olarak eyalet yönetiminden kürtaj için izin almış. Bu karar sonraki durumlarda emsal teşkil ettiği için daha sonraki benzer durumlarda yasalar kürtaja izin verir hale getirilmiş.
Cani bir toplum olduklarından yada cinayete eğilimli olduklarından değil,her bireyin sahip olması gereken standartları göz önünde bulundurdukları için… Yaşam hakkının gaspı değil beklide insan hayatına duyulan saygıdan?
Tabi bu örnek kafanızı kurcalamasın, Orası Amerika, burası Türkiye!
Hırsız, kumarbaz, sarhoş, serseri bizde ne gezer? Okur-yazar ve eğitim oranımız tavan yapmış, insanlık paçalarımızdan akıyor, ortalık entellektüelden geçilmiyor, çocuk yetiştirme konusunda elimize su dökemezler… Gel de doğurma! Bunlara çocuk doğurmayacaksın kime doğuracaksın?
Bunun yanında dünyadaki diğer muhafazakar partiler de kürtaj karşıtı (kimse de tam aksini beklemesin lütfen) yasalar çıkartıyor. Fakat ilginçtir, kürtaj karşıtlığı ve ucuz iş gücü talebi tarih boyunca garip paralellikler göstermiştir…
Yok okur yok, bunun dinle-imanla ilgisi yok.
Tecavüz sonucu dünyaya gelmiş bir insana ‘varoluş’ hikayesini nasıl izah edeceksin? Hangi babayiğit ’yaşamımı bir hayvanlık hareketine borçluyum’ der? Ben size söyleyeyim bir kuşak sonra babasını öldüren çocuklardan geçilmez ortalık…Bizim oğlanlar mapus damlarında çürür, bu iş ancak buraya gider… Hiçbir din bunu bir insana reva görmez. Hele ki bizim Dinimiz!
 
Tecavüzle dünyaya gelen çocuğa devlet sahip çıkacakmış.
Biz meşru doğduk ta ne oldu Allah aşkına?
 
Yıllarca dayattığınız eğitim sistemi yüzünden beynimiz işlevlerini yerine getiremiyor. Mahalle baskısı nefes aldırmadı -aldıracak gibi de görünmüyor. Aman çocuğum okusun diye aç gezen anne babalarımız sevinsin diye üniversite eğitimi aldık. Mezun olduk feleğimiz şaşırdı. Diploma sevincimiz kursağımızda kaldı, açlık sınırının altında bir asgari ücretle taçlandırıldık. Üstelik bununla da mutlu olduk! Ülkedeki işsizlik oranını düşününce… Tecavüzle doğana sahip çıkacaklar -mış. Biri şakamı yapıyor? Ben espriyi anlamadım da…

İlle sahiplenecek birileri lazımsa gidin yetiştirme yurtlarındaki günahsızlara sahip çıkın.... O minikler doğmak istediler mi acaba? Öyle bir hayat için savaşmak kendi tercihleri mi bunu bir düşünmek lazım... Yenilerini katlayarak edineceğimiz bir sistem inşa ediliyor gözlerimizin önünde… Türk milleti aval aval bakıyor…

Bütün dünyanın hareket noktası olan fakat ’bizimkilerin’ yok- muş gibi davrandığı bir prensibi ısrarla hatırlatmak isterim; ‘Toplumların nüfus sayısı değil yetkinlik oranıdır esas olan.’ Yetkinlik kelimesinin anlamını bile bilmeyen bir jenerasyon yetişiyor o da ayrı bir gurur kaynağı.

Özellikle son yıllarda erken yaşta bebek sahibi olan genç kızların aileleri tarafından yurtlara bırakılan çocukların sayısında çok ciddi artışlar olduğunu söylüyor anket sonuçları. Bunun da muhafazakarlıkla bir bağlantısı olabilir mi? Umarım yoktur…

Türkiye’nin ‘nerede olmak istediğiyle’ ilgili ciddi endişeler taşıyan bir Türk genci olarak, bu kayıtsızlıkla epeyce yol alınabileceğini düşünmeye başladım. Genital bölgelerimiz hiç bu kadar samimi(!) girişimlere sohbet konusu olmamıştı.
 
Tabi ki kürtaj bal-kaymak bir konu değil şahsen ben istemem. Bir anne adayı için bedenen ve ruhen korkunç bir tahribattan söz ediyoruz. Fakat bir sorumsuzluk yapılmış ve o duruma gelinmişse tüm dünyada bunun yasal süresi 12 haftadır. Hiçbir kadın hazır olmadığı, bakamayacağı bir çocuk konusunda zorlanmamalıdır.
 
Tüm dünyada faşist olarak nitelendirilen rejimlerin en büyük özelliğidir; YASAKLAR…
 
Yine tüm dünya bilir ki; bir insan bir şeyi istemeye görsün!
 
Hele ki Ferrari’ye tüp takmış bir milletin evlatları olarak, Türk gençliği bu konudaki yaratıcılığıyla bizi bir hayli eğlendireceğe benziyor…

0 yorum:

Bilemedik...

19:45 Bahar ERGÜL 0 Comments

Herşeye yeteceğiyle koşullandık hep aşkın...

Parasızlık, düşman aileler, imkansız zamanlar, harap geçmişler...

Hepsi aşk ile mucizevi savaşlarda yenildiler.

Filmdiler, kitaptılar, anıydılar, şarkıydılar...

İnandık, istedik ve sevdik...


Fakat aşk yetmedi hiçbir şeye!

En olur zamanlarda bile,

En boktan bahanelerde yenildi aşk...

Hem de savaşın ilk kurşunuyla...


Aslında baya baya sevdik biz ama,

Acıdık, küçüldük, onursuzlaştık, terk edildik...

Ya büyük bir yalan anlatılan aşklar bize?

Ya da bizim ruhumuz cenabet...

Bilemedik...

0 yorum:

Kadın Düşmanlığı

19:41 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
Eleştiri hayattaki başarıların olmazsa olmazı. Konu ne olursa olsun, eleştirildikçe doğruyu bulup yanlışlarımızdan arınıyoruz. Ruhlarımızın körelmemesi, yanılgılarımızı tekrarlamamamız için gerekli.
 
Yapıcı ve yıkıcı olmak üzere iki çeşidi var bunun. Laf sokmakla başlayıp hakaretvari cümlelerle biteni yıkıcı olanı -ki burada amaç genelde üzüm yemek değil, üzümcüyü dövmek oluyor. Yapıcı olanı ise iyi niyetle filizlenen ve yeke yek, incitmeden dile gelenidir.
 
Ne zamandır dilimde dolaşıp duruyor bu cümleler. Konu eleştiriyse ve içinde kadın varsa biraz vahşileşiyor durum. Acımasız davranıyor hemcinslerimiz. İş birilerini çekiştirmeye gelince kadınlar gereğinden fazla zalimleşiyor. Hele bir konu var, üzülüyorum düşündükçe.
 
Kadın yazarlar ya da yazının kenarından köşesinden tutmaya çalışan kadınlar, birbirlerini yerden yere vuruyor. Üstelik bunu öyle büyük bir keyifle yapıyorlar ki akıl sır erdirmek mümkün değil. Ben kadın okuyucularımın tepkilerinden hep çekinmişimdir. En büyük destek te onlardan geldi bu zamana dek, iğneleyici sözleri söyleyenler de ilk onlar oldu. Sırf, ''acaba bugün nasıl bir taş atsam'' diye blogları gezen, gezetelerin köşelerini kolaçan eden kadınlar var.
 
Çok az kişi bunu samimiyetle dillendirse de, her yazar kıskançtır. Her yazar kendi dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu belli etmez. Kimileri duygularını saklar, kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür. Bu bir "derece meselesi" aslında. Kimimizde ayyuka varır kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Fakat asla tamamen arınma söz konusu olamıyor. Yazarlığın besin kaynağı olan dinamizmi bu şekilde ayakta tutuyoruz denebilir(!)
 
Hemcinslerimizi yüreklendirmek, hatalarını düzeltmeye çalışmak varken öfkemizle yıkıp döküyoruz ne varsa... Yok o öyle demiş, bu böyle demiş... Madem dedikodu yapacaksın, al eline bir kase çekirdek git yan komşuna akşama kadar konuş. Birilerine taş atmadan da fikirlerini ifade edebilirsin değil mi? Amacın dikkat çekmekse bu iş bunlarla olmaz bilesin.
 
Fikrini beyan edersin -kimsenin canını acıtmadan- çekilirsin köşene. Şık olanı, asil duranı budur bu işin. Kadın demek, naiflik demektir. Hele ki söz konusu edebiyatsa, incelikse, insanca dürtülerse... Ama herkesin eli belinde. Kadınlar bela kokluyor.
 
Kendinize gelin hanımlar. Yakışmıyor. Elinizdeki kalemlerin hakkını verin. Arenaya çevirdiniz ortalığı...
 

0 yorum:

Füreyya

19:38 Bahar ERGÜL 0 Comments

Hikayesi yazılası kadınlardan biridir Füreyya... Bilenler bilir, ben -hala- bilmeyenler için bu yazımı Füreyya Koral için hazırladım.

Füreyya Koral Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısıdır. Gelişmekte olan bir toplum için ilginç ve sıradışı bir profildir O. Cumhuriyet'in ilk kadın sanatçıları arasında yer alan Koral, dönemin sancıları ve yeni Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik bunalıma rağmen hayallerini gerçekleştirebilme olanağını -kendi- yaratmış bir kadın.

Günümüzde olduğu gibi bir nikah, iki çocukla işin(!) bittiğini düşünen, yılgın ve bezgin hemcinslerimize ibret olsun diye yazıyorum hikayesini.
Cumhuriyetin ilk yıllarında örnek alınması gereken idealist kişiliği bir yana, her kadın gibi tutkularının ve duygularının esareti altında yaşadığı yılların yansımalarını bulabilirsiniz elinden çıkan seramiklerde...

O, toprağa ve ona şekil vermeye aşık bir kadın... Mensubu olduğu topluma ve henüz yıkılmamış tabulara rağmen tabir-i caizse burnunun dikine giderek sanatında kendini ıspatlamış, eşi benzeri nadir bulunan idealist bir kadın Füreyya. Bu coğrafyaya ve yerleşmiş düşünce kalıplarına rağmen üstelik.

Etkileyici bir yaşam öyküsü var Füreyya Koral'ın... Doğum yılı 1910... Soylu ve entelletüel bir aileye mensup olduğundan olsa gerek dönemin en iyi eğitim kurumlarında öğrenim görmüş, bir kaç yabancı dili çocuk yaşta öğrenmiş ve dünyanın en iyi keman virtüözlerinden dersler almıştır. Dünyanın ödüle boğduğu seramik sanatçısı ilginçtir ki aynı başarıyı yapmış olduğu iki evlilğinde de gösteremiyor. Sanatcılar dünyanın heryerinde ve hep yalnız mıdır gerçekten? Değişmez mi bu yazgı?

Çocuk denecek yaşta Bursa'lı varlıklı bir ailenin oğlu ile olan ilk evliliği, iki ölü doğumla son buluyor. Büyük yıkımlar yaşıyor bu evliliğinde. Henüz tazecik bir genç kız iken, birden ruhu yıpranmış bir dul olarak -yine- yalnız başına yerini alıyor hayatta. Sebebi şiddet... Demek ki neymiş? Dayak yiyen kadının kişisel idealistliği, karşısına çıkan öküzlerin kalitesini değiştirmiyormuş.

Son derece şımarık bir çocukluk geçirmiş olmasına rağmen ilerleyen yaşlarda hayat onun için de ''adam etme'' işlemini başarıyla gerçekleştirmiş. Hayata tutunma çabası yeni yeni sonuç vermeye başlamışken, bu defa genç yaşta verem hastalığı musallat oluyor Füreyya Koral'a. Sevdiklerinden, severek yaptığı seramiklerden güç bularak gardını alıyor. Büyük raund sonunda demir yumruğu yiyen Füreyya Koral, hiç anne olmamış. Lakin eğitimine destek olduğu bir çok 'evladı' var O'nun...

Ne acıdır ki bu kadar değerli ve çağdaş bir sanatçının Türkiye'de adını bile bilmeyenler mevcut. Toplumsal algılarımız ilginç hassasiyetler göstermeye başaldı malum. Demet Akalın şarkılarıyla kendini ifade eden hamur beyinli bir jenerasyonun ilgisini çekmek değil zaten maksadım. Olmaz olsunlar.

Lakin...
Benim okurlarım değerlidir.. Bilirim ki, onlar değer verip dikkate alacakları şahsiyetlere özen gösterir...

Çağdaşlaşma yolunda minik adımlar atmaya çalışan Türkiye için son derece önemli bir karakter olduğunu ve ne denli değerli bir misyon edindiğini dönemin koşullarını göz önünde bulundurarak bir düşünün derim...

Bu değerli insanın yaşam öyküsünün detaylarını merak ediyorsanız eğer, Ayşe Kulin'in kaleminden okumanızı tavsiye ederim.

Kaleme alındığı tarih : 04.04.2012

0 yorum:

Anti Demokrat Kadınlar

19:35 Bahar ERGÜL 0 Comments

Demokrasiyi en çok kadınlar sevmeli. Diktatörlüğün karşısına önce onlar dikilmeli. Zira kadınsal değerlerin kaybı demek, toplumun DNA'sının bozulması demektir.

Özellikle Doğu toplumlarında en çok kadınlar desteklemeli demokratik yapılanmayı. Kişisel hak ve özgürlükler konusunda Arap kadınlarının yaşadığı mağduriyetin dünyada başka bir örneği yok. Eşit çalışma şartları, eşit yargılanma, eşit şartlarda eğitim görme...v.b. Her konuda eşitlik talepleri reddediliyor bu kadınların. Rakamlar çarpıcı. Üniversite mezunu kadınlar arasındaki işsizlik oranı, erkeklerinkinin iki katından da fazla.

Bu aslında iyimser bir tablo. Arap kadınlar, en azından mensubu oldukları toplumun kemikleşmiş tabularıyla mücadele ediyor. Ya diğerleri? Yaşam hakkı ellerinden alınan kadınlarla aynı dünyada yaşıyoruz ne yazık ki. Savaşların da en büyük kaybedenleri kadınlar oluyor. Onların kaderleri ölmekten beter; tecavüze uğramak... Bu yüzden savaş meydanlarından, hayata küstürülmüş kadınlar kalıyor geriye.

Görünen o ki, -kadınlara nazaran- erkeklerin pek bir kaybı olmuyor baskıcı rejimlerde. Ataerkil toplumların yazgıları kaçınılmaz benzerlikler gösteriyor. Rüştünü ıspatlamaya çalışan her devlet adamı, ilk olarak kadınları budama gereği duyuyor. Önce onların yaşam alanı ve standartları sınırlandırılıp deyim yerindeyse kulağı bükülüyor, ibret-i alem için. İlk 'ellenen' kadın özgürlüğü oluyor. Ne acı...

Tarihsel sürece baktığımızda Türk kadını'nın evrimi, diğer hemcinslerine havlu attıracak cinsten. Osmanlı dönemindeki cariyeler sisteminden, Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla kurtulmuş Türk kadını. Yasalar ve kanunlarla hakları güvence altına alınmış, topluma aktif katılımı gerçekleştirilmiş. Ayakları üzerinde durması, birey olarak algılanması sağlanmış.

Günümüzdeki soyutlanma ya da hezimet, adı herneyse bunu biz yarattık. Kadına değer verip, onu yücelten Atatürk olmasına rağmen, bir kadın televizyona çıkıp, “Humeyni’yi Atatürk’e tercih ediyorum…” diyebiliyorsa, toplumun derinliklerinde daha ağır travmaların olduğunu tahmin etmek güç değil. Demek ki önce zihni özgürleştirmek gerekiyor!

Kendi hemcinslerine bile çok çirkin ve yakışıksız söylemlerde bulunan devlet büyüklerinden, kadına yönelik nezaket ve demokrasi adına faydalı atılımlar beklemek hayalperestlik olur kanımca. Nitekim Kadın Bakanlığı'nın kaldırılıp yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulması, söylediklerimi kanıtlar nitelikte.

Gündeme geldiğimiz ilk mevzu ''3 çocuk'' malumunuz. Safın biri de çıkıp ''çok eşlilik yasal olsun'' diye bir taş attı kuyuya, hiçbirimiz çıkaramıyoruz. Kadının kendine reva gördüğü muamele bu iken, hangi demokrasiden bahsedilir orası da ayrı bir konu. Hal böyle olunca, bütün kadınların demokrasi ve özgürlükten yana olduğunu düşünmek gaflet olur...

Temel hareket noktası; kadının kendine biçtiği değer ve rol. Toplumda olmak istediğimiz yeri belirlerken gerçekci ve idealist davranmamız gerekiyor. Ne erkeğin yedeği olmalı, ne de klasik feminizme esir olmalı. Bunun da bir orta yolu var...

Kaleme alındığı tarih : 26.03.2012

0 yorum:

Kadın -mış Peh!

19:24 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bir kadınlar gününü daha geride bıraktık. Yıllardır kutlanır bu mübarek gün. Kadınlara kırmızı karanfiller verilir, 'kadınlar çiçektir' zırvalıklarına katlanmak zorunda kalırız hep, evli olan beyler eşlerine hediyeler alır... Tam bir seramoniye dönüştürdük olayı.

Tabi bu işin vitrin kısmı. İçeri girdiğimizde hep aynı tabloyu görüyoruz. Artık sıtkımız sıyrıldı. Köşe yazarları yine yerden yere vurdu ''erkek milleti''ni, haberlerde kadına şiddet olayları ayyuka çıktı sanki daha önce hiç böyle şeyler görmemişiz gibi. Büyük bir habercilik başarısı edasıyla sundular zaten hepimizin çok iyi bildiği gerçekleri. 2 çocuklu genç anne, bilmem kaç yerinden bıçaklanmış! Ah be yavrum... Sizin çocukluğunuz Jüpiter'de mi geçti?

Bunu kanıksamak ta başka bir tehlike aslında. Fakat konuyla ilgili yıllardır hiçbir şey yapılmamış olması, bizlerin sürece olan bakış açısında değişiklikler yaratıp değerlerimizi deforma etmiş olmalı. Dayağa mı alıştık ne?

Ataerkil toplumların yazgısı sanırım hep aynı... Gerçi hoş, ben bunun ataerkil olmakla ilgili olduğuna da artık eskisi kadar inanmıyorum. Bizim hatunlar da sevdi erkek gölgesinde dolaşmayı. Yıllardır aynı şarkı söyleniyor. Ne söyleyenler bıktı, ne dinleyenler. Kadın bir adım geride durmaya mahkum edilmiş te farkında değilmiş gibi? Emir almaktan hoşlanan hemcinslerimizin sayısı hiç te az değil.

Hastalıklı bir durum...

Tüm bunların yanında benim kafamı kurcalayan başka şeyler var... İşlediğimiz suçları ya da yaptığımız hataları neden hep topluma mal ediyoruz? Bu korkaklığa ne verilmiş? Bu kadar zor mu zayıflıklarımızla, yenilgilerimizle yüzleşmek? Kör noktalarımızı görmeye çalışmak yerine neden toplumun zaaflarını alet ediyoruz iki yüzlülüğümüze?

Toplumu bireyler oluşturur... Her kişisel ahlaksızlığımız ve vicdansızlıklarımız, toplumun bir organı gibi hayat buluyor. Özellikle bizim gibi eğitim bakımından yeterli gelişmeyi göstermemiş ve çağdaşlaşma yolunda bir türlü dikiş tutturamamış milletlerin bireyleri, beceriksizliklerini hep mensubu oldukları topluma mal ediyor.

Her zaman söylerim; önce zihni özgürleştirmek gerekiyor!

0 yorum:

Hayat Kadınları ve Çocukları

19:11 Bahar ERGÜL 0 Comments

Saat 02:47..
 

Uykusuzluğumun kaçıncı günü unuttum.
Yağmurun sesine irkiliyorum...
Yatağımın kenarındaki pencerenin perdesini aralıyorum,
Nasıl da güzel...
 

Başka bir çatı altında,
Başka bir hayatta olduğum gerçeği
Sızı gibi gelip oturuyor içime...
Asitli birşey boğazımı dalıyor...

Etrafıma bakıyorum...
Küçücük odamın heryerinden hayallerim fırlıyor.
Çağrıştırdığı şey hep aynı sanırdım önceden?


Ev arkadaşım uyanmasın diye,
Parmaklarımın ucunda buluyorum kabanımı.
Hakiki yün diye çuval dolusu para saydığım
Ve her ıslandığımda koyun gibi kokmama sebep olan kabanım.

Ipodumun kablosunu doluyorum elime.
Bir hayalet gibi terk ediyorum evi..
Demir kapı gürültü çıkarıyor.


Kulaklarımda James Blunt...
 

Soğuk, soluğumu kesecek gibi.
Rüzgar yüzümü tokatlıyor ne zalim!
Buzda kayıyor ayaklarım.
Dizlerimin üzerine çakılırken aklımda sevdiklerim..
Uykudalar...
 

Hızlı adımlarım aklımın peşinde!
Tarabya sahilinde alıyorum soluğu.
En boş gözlerim ve en kırılgan yanımla,
Bakıyorum...
Denize bir başka yağıyor sanki yağmur?

Bir yerden bir ses geliyor!
 

Kocaman kahkahalar çınlıyor gecenin karanlığında.
Sabahın ilk saatlerinde minicik okul çocuklarını aydınlatan
Sokak lambaları,
Gece olunca kire bulanmış insanlara şahitlik ediyor.
 

Garip...
Kahkahanın geldiği yöne bakıyorum.
Kontrolüm dışında göz göze geliyoruz.

İki hayat kadını yaklaşıyor oturduğum banka.
Hayırdır güzelim yolunu mu kaybettin? Hahahhaaaa!


Deviriyorum gözlerimi yere...
Utanma kız! Biz annen yaşındayızdır senin! Hahahaha!
Yanıma oturuyorlar sessizce.
 

''Hayat...'' diyor biri...
''Evet hayat...'' diyorum içimden...

Oturduğumuz bank,
Dünyanın en ağır yükünü taşıyor...

Başını omuzuma dayıyor sarı saçlı olanı...
Kulaklarımda Robbie Williams: Advertising Space
''Gözlerinin içinde dünya yanıyordu...''


Birlikte dinliyoruz...

Sustuk...
Derin bir nefes aldık ikimiz de aynı anda...

Sonra..

Neye söyledi, kime söyledi bilmiyorum;
''Orospu çocuğu!''

0 yorum:

Git Artık 2011

18:54 Bahar ERGÜL 0 Comments

Epeydir bekleniyor bu yazı. Son zamanlarda en çok bu soruluyor... ''Yeni yıl yazınızı ne zaman yayımlayacaksınız?''  2011 yılında mutluluktan tavan yapmışım da yazmayı ihmal etmişim gibi...

Herkes kendi çapında hasılat derdine düşüyor yeni yıl arefesinde. Muhasebeciler gibi yıl sonu kar ve zarar çizelgeleri hazırlanıyor, hesaplar tutuluyor... Karın ya da zararın, neye ve kime göre değiştiğini düşünen yok tabi. Kar sandığımız şeylerin, gerçekte ne ifade ettiğini çok çok uzun vaadede anlayabileceğimizi bir kez daha hatırlatmak isterim...

İşin en kestirme yolu; kendimize/çevremizdekilere Tanrı'dan biraz sağduyu ve vicdan istemek bana göre. Bunlar olduğunda yaşamak daha kolay çünkü.
Kabus gibi geçti 2011... Rüya gibi başlamıştı oysa. Hemen bittiğine göre zaten rüyaydı sanırım.

Bahar aylarında başladı tüm talihsizlikler... Önce, hayatım boyunca karşılaşmayacağım kadar iğrenç yaratıklar olduğunu farkettim çevremde. Bir avuç zavallının bir araya geldiğinde neler başarabileceğini gördüm... İkiyüzlülüğün o sonsuz arsızlığını... Sonra işsiz kaldım... Kendime olan güvenim İLK DEFA ciddi bir sarsıntı geçirdi. Sigaraya başladım yıllar sonra. Ailemle aram açıldı bu yüzden. Anneciğim göz yaşları döktü... Bense ciğeri beş para etmeyen insanlar için değerlerimi sorgularken buldum kendimi. Dedim ya, neyin zararınıza neyin karınıza olduğunu anlamanız zaman alıyor...

Kendimi Viyana'da buldum ardından. Yürüdüm... Yürüdüm.. Yürüdüm... Spor ayakkabılarımın altı açıldı Belvedere Sarayı'nın bahçesinde. Yeni fotoğraflar ekledim arşivime. Sokaklarda öpüşen sevgililer, kafelerde oturan buruşuk yüzlü asiller... Kenar mahallelerin kayıp hayatları takıldı gözlerime... Zenci çocuklar sevdim... Her defasında şunu farkediyorum ki hayat, dünyanın değişik kentlerinde farklı şeyler algılamanızı sağlıyor. Nefis bir tatille kendime gelmeye çalışırken ilk defa çok yakınımda olan birini kaybettim...

Haziran ayı.... Canımdan çok sevdiğim amcamın bu dünyayı terk edişi... Bir yanımı da alıp götürüşü... İlk zamanlar kalbim çok acıdı, kelimelerde bir karşılığı yok bunun. Unutmaya çalıştığınız insanlar rüyalarınıza konuk olur, sizi kaçtığınız gerçeklerle yüzleştirmekten kaçınmazlar. Ben hep amcamın kucağında uyuduğum çocukluğumu gördüm gecelerce. Kapkaranlık zamanlardı... Fakat insan acıya da alışıyormuş. O hep yanımda benim...

Yaz boyu gittiğim kurslar, aldığım eğitimler ve iş deneyimlerim yazık ki iş arama sürecinde hiçbir şey ifade etmedi. Anladım ki kafa kol ilişkileriymiş prim yapan heryerde. Koltuğuna aşık insanlarla daha önce de kesişmişti yollarım, fakat işsizlik sürecinde tehlikeli sulara sürükledi bu duygular beni. İnsanlık nasıl bu hale geldi diye düşündüm durdum... İçinden çıkamayınca bıraktım aklımın iplerini...

İş görüşmelerinden somut sonuçlar alamayınca çevremdekiler, ''kariyer yapamadı bari çocuk yapsın'' diye düşünmüş olmalı ki bana koca aramaya başladılar! Kimlerle, nelerle tanıştırıldım bir bilseniz :) Yanağımdan makas almaya çalışan manyaklardan tutun, bacakların eğri mi senin? diyenlere kadar... Anlatsam acayip bir trajedi dizisi olur yemin ediyorum.

Ağustos ayı... Uzun yıllardır tanıdığım çok yakın bir erkek arkadaşımın kanser olduğunu öğrenip ağır bir şok geçirdim. Neden Tanrı benim sevdiklerime dikmişti gözünü? O hastane kokusu var ya, ciğerlerime işledi... O'na güç vermek için maymuna döndüm desem yeridir. Fakat dünyanın en zor şeyidir yakınlarınızı yalanlarınıza inandırmak... Haftada 2 gün kemoterapi için hastanede yatardı. Bazı geceler yanında kalır, O'na sevdiği filmleri, yeni çıkan albümleri ve bilgisayarımı götürürdüm. Dayanamaz kucağımda uyurdu, ben ağlardım... Aylar süren seanslar sonunda şimdi daha iyi. Ama elim yüreğimde, yüreğimse ağzımda yaşıyorum...

Eylül ayı... Sanırım fazla söze gerek yok, herkesi gereksiz bir hüzün basar Eylül aylarında. Ben bu yıl ilk defa doğum günümde irkildim. İlk defa sevinemedim bir yaş daha aldığıma. Sebebini gerçekten bilmiyorum. Sanırım ağır gelmeye başladı bazı şeyler.. Beceremediklerimi hatırladım garip bir şekilde.. Başarılarım bir anda pul kadar değersizleşti gözümde.. Mağlubiyetlerim ya da öyle sandıklarım birer dağ oldu önümde..

Sonrasını biliyorsunuz... Köşe yazarlığı eklendi kartvizitime. Çok keyifli, bir o kadar yorucu ve ciddiye almam gereken bir süreç başladı benim için. Yazılarım bu blogtan taştı... Başka yüreklere değdi. Sohbetlere konuşmacı olarak davet edildim, yüzlerce insan sarıldı bana... Kimileri takdir edip tebrik mesajları yolladı, kimileri yerden yere vurdu kalemimi. Hakarete varmadığı sürece her iki tarafın da görüşünü baş tacı ettim orası da ayrı.

Yeni dostlar edindim, bazılarına ise yol verdim. Onlar gitmeye çok hevesliydi çünkü... İstanbul - Bursa hattında geçti zaman... Önce iş görüşmeleri, daha sonra her daraldığımda Bursa'dan kaçma ihtiyacı sonucunda epey ilerlettik işi İstanbul'la. Hiç unutmuyorum bir keresinde bir iş görüşmesine gidiyorum. Arabalı vapurun güvertesinde çay içerken  -en çok sevdiğim şeydir-  bir martı geminin üstünde döndü, döndü, döndü... Sonra gelip dizime kondu! Tahmin ettiğiniz üzere ben o işi aldım. Şuan çalışıyorum.

Mutlu muyum? Bir işim olduğu için evet. Ne zamandır bana uzaktan el sallayan özgüvenim geri geldi. Bunun, sevdiklerimden uzak ve gerçek anlamda yalnız bir hayat yaşıyor olmak gibi ağır bir faturası olsa da yapacak bir şey yok. Aylardır çantamın bir köşesinde duran depresyon ilaçlarından kurtulmanın mutluluğu bana yetiyor. Şimdi yeni insanlar tanıma, yeni dünyalar keşfetme telaşındayım. Kocaman bir kent var beni bekleyen...

Yeni yıl...
Her yeni yıl sayısız beklentilerle başlayıp, sonsuz hayal kırıklıklarıyla son buluyorsa... Biraz dikkatli düşünmek lazım derim ben. Bir yıldan ibaret değil hayat. Bazen bir yıl yetmez hiçbir şeye... Bazense bir an'dır herşey...

Doğru zannettiğimiz insanlar bir an'da yok olabiliyorsa... Bırakın yıllık kar-zarar hesaplarını... Yarına sağ çıkacağına dair bir senedi olan var mı aranızda? Bu hayatı bir kez yaşama hakkınız olduğunu çıkarmayın aklınızdan olur mu? Gidin sarılın sevdiklerinize. Sarılmak çok şeydir... Arayıp sesini duyun değer verdiğiniz insanların... Önce siz sahip çıkın yaşamak istediklerinize... Benim gibi  ''gurur''  diye saçmalamayın, mutsuz olursunuz...

Saatler 00:00 olduğunda dilek tutmayı unutmayın!

Mutlu yıllar herkese...


Kaleme alındığı tarih : 27.12.2011

0 yorum:

Gitmelisin

00:33 Bahar ERGÜL 0 Comments

İnsanın içine  ''gitme''nin ateşi düşmeye görsün... Sığmıyorsun koca dünyaya. İçindeki cehennemden kurtulmanın tek yolunu gitmekte buluyorsun. Yüreğin kuş gibi çırpınıyorsa ve kendini ordan oraya vuruyorsan durmadan... Vaktin gelmiş demektir. Başka bir hayatta nefes alabilme ihtimali, en umutsuz kronik mutsuzları bile keskin bir viraja sokabilir.

Öyle çok neden var ki bırakıp gitmek için... Vazgeçilmez sandığımız şeyler hayatımızdan birer birer çekip gittiğinde, yapılacak en mantıklı iş o harabeyi terk etmek. Can çekişmekte olan değerlerin ve ayağına dolaşan hayallerine rağmen terk etmek...

Bir enkazın yıkıntılarını toplayacak gücü bulamadığında gidiyorsun. İstemesen de yapıyorsun bunu; başka bir kente, başka bir yüreğe, başka bir kaosa gidiyorsun... Bin parçaya bölünmüş benliğinin kırıntılarını çıkarıyorsun yırtık ceplerinden, sermaye yapıyorsun sonraki hayatına. Olduğu kadar..

Ardına baktığında canını acıtan suretler, onurunu hiçe sayan cesetler görüyorsan gitmelisin. Onlardan bir farkın olsun istiyorsan gitmelisin. İnsan olduğun için, herşey rağmen hırpalanmış ruhuna sahip çıkmak için gitmelisin. Tekrar gülebilmek... Güvenebilmek için...

Hiçbir şeyi düşünmeden, bütün hayallerini bir sırt çantasına sığdırıp gitmelisin. Yarının ne olacağını düşünmeden, yakana yapışan hayaletlerden, kulağında çınlayan seslerden kurtulabilmek için gitmelisin.

Herşeyi, herkese mahcubiyetleriyle bırakıp gitmek gerek bazen. Yeni bir hayata pedal çevirmek... Belki iyileşmesi mümkün olmayan yaralarını saracak gücü bulursun gittiğin yerde... Sırf bu ihtimal için bile değmez mi sence?

Bence değer..

Kaleme alındığı tarih : 18.12.2011

0 yorum:

Ahkam

00:31 Bahar ERGÜL 0 Comments

Hangi cehenneme gidersen git içindeki hüzün de yapışıp paçana seninle geliyor. Yaşanmışlıklarından arınmana yetmiyor hiçbir ten.. Hiçbir coğrafya... Hiçbir nefes...

''Nolur beni sev...'' diyen bir çift göze değdiyse gözlerin, aynı duyguyla bir başkasına baktığın anları hatırlıyorsun... ve aşkın seni hiç tahmin etmediğin bir hayata nasıl savurup fırlattığına hayret ediyorsun...

Evimden,dostlarımdan,yatağımdan uzak bir şehirde, sisler altında yolunu bulmaya çalışan benliğimle yazıyorum bu satırları. Eğer bir yerlerde benim gibi kafası karışık insanlar varsa onlaradır sözlerim...

Git gidebildiğin yere.. İçindeki güç, cebindeki para nereye kadar izin veriyorsa kaç. İstersen tozu dumana kat. Çılgınlar gibi yaşa. Hiçbir şey düşünmeden tanımadığın caddelerde çığlıklar at. Trafikten sesin duyulmaz nasıl olsa. Git bir sokak çalgıcısıyla dans et. İçinden ne geliyorsa...

Lakin, yüreğinde taşıdığın bir çift göz varsa önce o hayaleti kovalamanın yolunu bul. İçini titreten kadına/adama sahip çıkamadığın gerçeğiyle yüzleş. Ahkam kesme...

Kaleme alındığı tarih : 09.11.2011

0 yorum:

Kadını Maymun Eden Erkekler

00:15 Bahar ERGÜL 0 Comments

            Hani o yerden yere vurduğumuz dayakçı koca profili var ya, onu sevin hanımlar. Evet, yanlış okumadınız. Hatta o aşağılık şahsiyet  -kendine göre  ''içinden geldiği gibi davrandığı'' için-  can'dır diyebilirim. Bir bakıma doğrudur savunması. Adamın içinden dayak atmak gelmiştir. Dayakçı koca dürüsttür en azından. Çevrenize yaklaştırmadığınız müddetçe o adamdan size zarar gelmez. Yeter ki yaklaştırmayın.
 
           Fakat bir başka profil var ki asıl kadın düşmanı bunlar. Bu türler şehirde yetişir. Geneli iyi eğitimlidir. En az iki dil biliyor olmalarının yanında, Avrupa kentlerini avuçlarının içi gibi bilirler. İster takım elbise, ister spor takılsın her daim şıktırlar. İleri görüşlü, kültürlü, envai çeşit Çin yemeği bilen, düzgün konuşan ve kendini iyi ifade eden, oldukça kibar ve nezaketli tiplerdir ki kanımca bunlardan uzak durmakta fayda var. (Bazı kaynaklarda kendilerinden  'Takım Elbiseli Kadın Cellatları' şeklinde bahsedilir.)
 
           Bu modeller kadına nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi bilirler. Siz ne kadar cool bir kadın olursanız olun, onlara sökmez. Tilki edasıyla çevrenize sinip, gerekli lojistik desteği kullanarak, türlü bahanelerle hayatınıza sızmayı başarırlar. Akşam yemekleri ve diğer küçük jestler yardımıyla dikkat çekip  ''kutsal yol''daki ilk zaferlerini kazanırlar. İlk zamanlar konuşmaları ve asaletleri büyülü gelir, rüyadaymışcasına dinleriz... Ve kaçınılmaz son; bu safhada akli melekelerimizi kaybeder, hayaller alemine transfer oluruz.
 
           Tiyatro, sanat, siyaset, sinema, edebiyat v.s konularda ciddi birikim sahibi oldukları için diğer hemcinslerinden ayırt edici nitelik kazanırlar. Hele ki espri yeteneği de varsa tamamdır bu iş! Robbie Williams kadar çekici olmamakla beraber, inanılmaz potansiyelleri vardır ve bunu  -farkında olan her erkek gibi-  çok iyi kullanırlar. Lafa gelince mangalda kül bırakmazlar. Başetmeniz imkansızdır. Kadında güzelliğin önemli olduğunu belirtip, sizinle ilgilenerek inceden güzel olduğunuz mesajını verirler. Bu ince mesajlar kısa zaman içinde yerini açık ve net komplimanlara bırakır. Ki bizler bu noktada asla kayıtsız kalamayız. 
 
              Artık şapşallık mıdır yoksa basiretimiz mi bağlanır bilinmez, ipleri kaçırmamız an meselesidir. Öyle ağzımız bir karış açık hayran hayran dinleriz onları. En çığırtkanlarımız bile dut yemiş bülbüle döner. O kültür abidesi yaratıklar aklımızı başımızdan almaya yeter de artar bile. Üzerine bir de romantik ve duygusal erkeğim diye ayak yapıyorsa zaten hiç kaçarımız yok dut gibi aşık oluruz.
 
              Ne çare ki yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmıyor. Masum görünümlerinin ardındaki çakallığı keşfetmemiz kalbimizin kırıldığı ana tekabül eder. O duygu adamı gider, yerine lütfedip mesajlarınıza bile cevap yazmayan bir hayvanat gelir. Daha doğrusu öküz aynı öküzdür de bizim jeton geç düşer!
 
              Kırılan bir kalp ve tazelenmesi gereken özgüven duygumuzla kala kalırız. Ya da ilişkiyi kurtaracağım diye başı kesik tavuklar gibi dolanırız etraflarında. Geçmişler ola! Etrafında dört dönerek en duygusuz kadını bile etkileyebilen modern çağın kadın düşmanı, istediğini alır ve gider. Arkasından salak salak bakmakla, bela okumak arasındaki seçim sizlere kalmış canlar.
 
         Ne olduğunu anlamaya çalışmayın, birisi kirli ayaklarıyla kalbinizin üzerinde gezinip gitmiştir. Gidişinin altında genelde mantıklı ve tutarlı bir neden bulunmaz. Çünkü kazanova beyimiz başka bir  ''av''  bulmuş ve O'nunla ilgili bir çalışmaya(!)  girmiştir. Yenisini garantilemeden  ''cebindekini''  asla elden çıkarmaz. Sakın yakasına yapışıp hesap sormaya kalkmayın, salağa yatıp insanı çıldırtırlar.
 
             Bir de bunların evli versiyonları var. Yani işi nikah masasına kadar ilerletmiş, bir taze'nin ömrünü yemeye aday olanlar ki, o kadına geçmiş olsun. Ne yemek beğenir, ne ütü beğenir, saçma sapan kaprislerde bulunur, herşeye surat yapar, çocuğu 'yapar' ve başından atar. O k.çınızdan ayrılmayan adamın birden bire nedense aklına sosyal çevresi geliverir! Kadın işe yetişemez, ev işine yetişemez, çocuğa bakamaz, sirk cambazı gibi maymuna bağlar... Sonra da anti-depresana başlar...
 
         Ortada dayak var mı? Yok. Siz ruhen ve kalben bir kamyon dayak yemiş gibi olsanız da, şiddetin herhangi bir şekli var mı? Yok. Ama kendinizi ne kadar berbat hissettiğinizin bir tarifi var değil mi... İşin kötü tarafı suçlayacak birini de bulamazsınız kendinizden başka... Hal böyle olunca da ver elini feminizm.
 
         Tabi ki beş parmağın beşi bir değil. Kadınların da aynı şekilde maymun ettiği adamlar tanıyorum. Ha onlara acıyor muyum? Takdir-i ilahi deyip geçiyorum. Sevilmeye layık erkekler de yaratılmıştır şüphesiz. Denk gelmiyor ayrı mesele. Ama siz, siz olun bu tip erkeklerden ayaklarınızı poponuza vura vura kaçın!
 
 Kaleme alındığı tarih : 23.08.2011

0 yorum:

Cennetçeşme

09:50 Bahar ERGÜL 0 Comments

                  Adından yola çıkarak cennet gibi bir yerden bahsedeceğim beklentisiyle okuyorsanız satırlarımı vazgeçin yol yakınken. Cennetten kat be kat uzak... Belki bir cendere... Hayatın diğer yüzü tokat olup patlıyor yüzünüzde. İliklerine kadar sefalet, gırtağına kadar umut...
 
                  Ağırlıklı olarak gecekondudan oluşan, insanların ümitlerini tuğla gibi ördüğü bir İzmir mahallesi burası. Cennetçeşme... Kapı önlerinde biber, soğan, maydanoz ekili... Süpermarket çağının çocukları olan bizler, kıskanıyoruz hayatını ucuza mal edilme sevdasına borçlu olan kızarmış domatesleri... Gıcır gıcır ayakkabılarla basılan toprak yol, kinayeli bir toz bulutunun içinde bırakıyor yürürken. Kendi aidiyet duygunuzla yüzleşip, duyacağınız mahcubiyete hazır olmanız gerekebilir.
 
                 Ayşe Nine Sivaslı. Geçen yıl göç eden Kezban Gelin Kayserili, Zübeyde Kız Çorumlu... Giresunlu Nazife Teyze, Vanlı Osman Ağa'nın kiracısı... Nuray Hatun, eşi ölünce toplamış çocuklarını taa  Antep'ten gelmiş. Türkiye'nin her ilinden bir çok aile göç etmiş, yerini yurdunu bırakıp ekmek kavgasına düşmüş. Ardından yaşam mücadelesi yapışmış yakalarına.
 
                    Aynı sıkıntıları paylaşıyor olmanın kaderdaşlığı mı bilinmez, gardaştan daha yakınlar birbirlerine. Kürt Selim'in çocuğu gecenin bir yarısı ateşlenince Laz İsmail, Murat131'iyle fırtına gibi dayanıyor kapıya. Haberleri yok aynı memleketin insanlarını birbirine düşüren düzembazlardan. Arnavutu, Lazı, Çerkezi, Kürdü hep birlikte güle oynaya yemek yiyor aynı sofrada. Yan yana... Burun direğini sızlatan rutubet kokusunun farkında olmadan... Yoksulluğun o çirkef kokusu....
 
                    Sokaklarında çıplak ayaklı, yanık tenli çocuklar oynuyor Cennetçeşme'nin. Her evde en az dört çocuk yaşıyor. Geceleri diziliyorlar inci taneleri gibi aynı yatağa. Üstlerinde bir yorgan. Sığ içine sığabilirsen... Anneler temizliğe gidiyor, babalar pazarcılık, berberlik, bakkallık... Ekmek parası işte... Çalışamayacak durumda olanlar çorap örüp satıyor, dantel örüp kanaviçe işliyor genç kızlar. Çeyizlik değil onlarınki... Sosyete pazarında sergi açıp, ele emeği göz nuru dantellerin pazarlığını yapıyorlar.
 
                       Çoğunun kışlık yakacağını İzmir Büyükşehir Belediyesi karşılıyor. Kış sanki daha bir soğuk, daha bir zalim burda. Aylık gıda yardımı alanlar da var aralarında. Yoksulluk kol geziyor bu mahallenin sokaklarında. Öyle sinsi, öyle can yakan cinsten...
 
                     Yine de mutlu çocuklar...Akşama kadar sokakta oyun oynayanların keyfine diyecek yok. Hele bir de 50 kuruş dondurma parası varsa ceplerinde! Onların mahallelerinde süpermarket yok, bakkalda sürüyorlar saltanatlarını. Bakkal kokusu diye bir şey vardı biz küçükken, hatırlayan var mı? İçinden dövme ve araba resmi çıkan meyveli sakız çiğniyorlar. Kola müptelası değil hiçbiri, gazoz içiyor bu çocuklar. Leblebi tozunun tadını unutmamışlar...
 
                        Güneşten rengi solmuş kıyafetleriyle, çocuk olmanın tadını çıkarıyor hepsi. Hesapsız, sorgusuz tozu dumana katmak gibisi var mı... Anneler temizliğe gidilen evden 'küçülmüş' kıyafetler getirdiyse, ev bayram yerine dönüyor adeta. Kendileriyle aynı yaştaki çocukların giymekten utandıkları, başka hayatlardan izler getiren kıyafetler başında kavga çıkıyor. Mesela tişört ve şortlu bir takım çıktıysa torbadan, ağabey ikisini de alıyor. Küçük ise boynunu büküp yalvaran gözlerle bakıyor  'bari şortunu ver...'
 
                     3 ay önce alınan laptopunu beğenmeyip yenisini isteyen kardeşiniz, yerin yedi kat dibine giriyor yanınızda... Utancından...
 
                      Sizin veresiye defteriniz oldu mu? Benim gibi Fransız kaldıysanız konuya belirteyim; eğer bakkaldan bir şey lazım olursa para yerine elinize küçük bir defter alıp gidiyorsunuz. İstediğinizi (genelde ekmek, yoğurt, şeker oluyor) aldıktan sonra defteri bakkal amcaya veriyorsunuz, aldığınız şey kaç paraysa deftere yazılıyor. Bir elinde ekmek poşeti, bir elinde defter, mutlu mesut evin yolunu tutuyor çocuklar.
 
                        Veresiye defterinin;  'şuan paramız yok, olunca babam verecek'  demek olduğunu bilmeden yaşamanın mutluluğu... Var mıdır bunun tarifi sahi...? Bazen bilmemek en iyisi galiba ne dersiniz?
 
                      Sosyal ilişkilerse havlu attıracak cinsten... Akşama ne yemek yapıldığı, yukarı mahalledeki zengin kokananın kaç lira yevmiye verdiği, oğlanın sünnetinde kimin türkü çığıracağı.. Herşey balkondan balkona sohbet konusu ediliyor. Samimiyet hat safhada!
 
                       Kadınları bizim kadar yalnız değil Cennetçeşme'nin... Biz eğitimli ve ekonomik özgürlüğü olan kadınlar, şiddet gördüğümüzü kendimize dahi söylemeye utanırken, o kadınlar çay içip çekirdek çitlerken birbirlerine vücutlarındaki morlukları gösterebilecek kadar cesurlar. Enfeksiyon kapmış dostluklardan değil, acıya yarenlik eden gerçek yoldaşlık onlarınki. Bizim gibi laf salatası yapıp utançlarını örtbas etme gereği duymuyorlar. Bu yüzden yalnız değiller...
 
                     Akşam saatlerinde babaların eve gelmesine yakın hareketleniyor sokak trafiği. Çocuklar iş yapıyor olma şevkiyle arşınlıyor yolları. Bu sevimli ve küçük ulakların, bazen bir tabak bulgur pilavı oluyor yükleri, bazen patlıcan yemeği götürülüyor yan komşuya...
 
                    'Allah ne verdiyse' hesabı bir sofra kuruluyor önünüze. Normal zamanda elinizi sürmediğiniz yemekler, üç beş çocuk doluşunca etrafa öyle tatlı geliyor ki... 'Şükür bugün de karnımız doydu, Allah olmayana da versin...' Babamla göz göze geliyoruz. Bir gün önce salataya dere otu koymadım diye bağırmıştı bana. O, gözlerini yere indirirken titreyen kaşığıma baktım ben de...
 
                      Nankörlüğünüzün sınırlarını ölçmek isterseniz gidin Cennetçeşme'ye... İnsanların yoksulluğa inat nasıl mutlu yaşadıklarını gözlerinizle görün... Burun direğiniz sızlasın biraz. Yokluk ya da yoksulluk... Adı herneyse işte, ona rağmen hayata tutunmanın, hiçbir üniversitede öğretilmediğine bir kez daha şahit olun. Gidin o küçücük dünyalarında yaşayan yüreklerin, asgari ücretle nasıl mucizeler yarattıklarına bakın... Beş paket makarnanın getirdiği bayram havasını çekin ciğerlerinize...
 
Kaleme alındığı tarih :  04.08.2011

0 yorum:

Güle Güle Amy...

09:42 Bahar ERGÜL 0 Comments


23.07.2011


Bazı bedenlere büyük geliyor şöhret...

                     Alkol, uyuşturucu... Bunlar başını çekiyor kara listenin. Bileşeninde hep zayıf kişilik var maalesef... Denklemi siz kurun.

                   Önce şaka zannettim, 'klip çekimi filandır' dedim... Cık... Öyle değilmiş. 1983 doğumlu çılgın kızımızı kaybettik bugün... Dünyanın en iyi seslerinden biri sustu bugün...

                 Amy Winhouse Londra'daki evinde ölü bulunmuş. Uzun zamandır alkol ve uyuşturucu tedavisi gördüğünü biliyorduk Amy'nin. Ama düzelecekti, hem kimler bu illetlerle savaşmadı ki... İyileşecekti, yine bağıra bağıra şarkı söyleyecekti. Dinlerken dans edecektik. Ama gitti... Amy yok artık...

                    Yaş 27... Hızlı yaşayıp genç ölmek dedikleri bu olsa gerek. Şimdi arka arkaya skandallar patlar, yok otopsi raporu öyleydi, yok böyleydi. Malum, seviyoruz ölüyle uğraşmayı. Kendini savunma şansı olmayan insanları taşlamaya bayılıyoruz.

                    Ölüm sebebi uyuşturucu krizi diye yakalarından çekmiyoruz ellerimizi. Yerden yere vurduğumuz çılgın kızın, milyonlara malolduğunu, konserlerinde nasıl sevgi gösterileriyle karşılandığını, kaç yoksul çocuğun eğitimini üstlendiğini, yaşadığı kısacık ömre kaç tane ödül sığdırdığını bilmeden şuursuzca konuşuyoruz...

               Hafızalarımızı yoklayalım. Biz de iyi biliriz bu ciğer acısını. Ajlan Büyükburç'u, Kerim Tekin'i, Barış Akarsu'yu, Defne Joy Foster'ı genç yaşta toprağa vermedik mi... Gidiş şekilleri ne olursa olsun, bu çocukların hepsi bir annenin kuzusuydu...  

              İnsan ölümden öyle uzak yaşıyor ki. Bu anlarda anlıyoruz, savaşını verdiğimiz bir çok şeyin dünyada kalacağını... Unutuyoruz uğruna vahşileşerek, insanlığımızdan vazgeçtiklerimizin ölüm karşısında nasıl acizleştiğini...


 Güle güle Amy...


Kaleme alındığı tarih : 23.07.2011

0 yorum:

Tatsız Tuzsuz

09:37 Bahar ERGÜL 0 Comments

                Evet aynen böyle geçiyor zaman.. Tatsız tuzsuz... Hani bazı anlar vardır, şuursuzca yaşar algılayamazsınız çevrenizde olup bitenleri. Anlamak için çaba sarfetmiyor olmak keyif verir sinsice. Bazen bir seyirci gibi oturup izliyorum hayatı.
                  Bir dilim kepekli ekmek ısırmış gibiyim. Gördüklerim öylesine yavan. Gitmiyor üzerime abanan rehavet... Garip ve anlamsız bir soyutlanma hissi yakamdan düşmüyor ne yapsam.. Hoş, bir şey yapasım da yok...

                 Beğendiğin spor ayakkabının indirime girmesi, sevdiğin kitabı almak, Ortaçgil'in yeni şarkısı, akşamüzeri içilen iki bira, uzaktan gelen bir dost telefonu... Hiçbir şey daha anlamlı kılmıyor bazen yaşadığın koşturmacayı....
                        
                  Rüyaları renkli gelir mi insana? Bilinçaltım, gerçeğimden daha çok heyecanlandırıyor  beni kaç zamandır. Başka bir hal nicedir içimde duran. Ne adını koyabildim, ne ebatlarını algılayabildim bu vazgeçmişliğin... Suya sabuna dokunasım yok... Klavyemin tuşlarından çıkan sesler, başucumdaki komodinin üstüne dizdiğim kitaplar, Coldplay... Bu üçgenden çıkmak istemiyorum.
                        Bir toz bulutu olmalı bu, belki bir kum fırtınası. Dinecek elbet. Görüş mesafem düşeli çok olmuyor. Bölük pörçük uykularımdan sıyrılıp yakalamaya çalışmıyorum akıp giden zamanı... Canım istemiyor...
                        Garip değil mi? Param olunca yaşamak istemiyorum, yaşamak istediğimde param olmuyor. Bu yaman sözleşmenin en kanlı tanığı kırgınlığım...
                      Kitap okumaya çalışıyorum. Saatler geçiyor aynı sayfadayım... Gözlerim bir kelimeye takılı kalıyor. Ayrıştıramadığım şeyler uçuşuyor zihnimde. Biraz müzik? Cık, o da pek umrumda değil. Tekrar sigaraya başlamak canımı sıkmıyor ilginç.
                      Damağımda bir mağlubiyet tortusu... Kuramadığınız cümleler istila ediyor mu sizi de zaman zaman? 
                       Düşünüyorum. Düşünmek istemediğim şeyler düşünüyorum hem de. Yıllardır   '-mış'  gibi yaşamanın getirdiği vicdani bir çekişme belki bu... Anlamsız geliyor koşar adım yaşamak... Tehlikeli sularda yüzüyor beynim.
                      Hayat bir kumar... Ne zaman bir el kazanıp mutlu olsam, diğer el okey atıyor karşımdaki...
   

                                                                          
Kaleme alındığı tarih : 21.07.2011

0 yorum:

Babalar !

09:29 Bahar ERGÜL 0 Comments

             Bugün Babalar Günü. Millet olarak babalara geldiğimizi düşünürsek, günün anlam ve önemine yakışır bir yazı yazmak farz oldu...
 
Babalar 2'ye ayrılıyor benim bildiğim.

1. Aile Babaları:

O kızları tarafından kıskanılan, aşık olunası babalar bunlar işte. Sen ne yaparsan yap gitmez bir adım öteye. Adam öldür, uyuşturucu ticaretine gir, gasp, darp, kapkaççılık hobilerin olsun yine de gitmez... Her daim arkanda durduğunu bildiğinden olsa gerek, yüzüne baktıkça ağlayasın gelir...
 

2. Şam Babaları:
Babalıktan geçtim, bunlar önce  'adam'  olmazlar bir türlü. Bırakın ev, ocak geçindirmeyi, insanı aile kavramından soğuturlar. Sorumsuzdurlar. Pavyon, kumarhane, birahane... Kaybederseniz buralarda bulmak mümkün. Siz kaçıp gitseniz bile, geride kalan anneciğinizin ömrünün yendiğini bildiğinizden ağlarsınız...
 

                 Allah'ın sevgili kuluysanız ilkine denk gelirsiniz. Yaşadığımız hayatın bir sınav olduğu düşünülürse, sorular başka yerlerden çıkar. Başka problemlerle sınanırsınız. Sıkıntılar yakanızdan yine düşmez ama babanızdan güç alarak savaşırsınız. Hani boksörler ringe yığılınca havlu sallar ya biri... Baba işte orada, o köşede geride bekler sizi... Bayılırsanız ayıltmak için.
 
               Lakin ailesiyle terbiye edilen güruhtansanız işiniz iş. Önce babanız çıkmaza sokuyor hayatınızı. İstediğiniz kadar debelenin, bela yakanızdan düşmez. Yok öyle evlenince yolları ayrımak filan. Baba bu. Atamazsın, satamazsın. Çekeceksin kardeş. Katlanamayıp öldürenler de var tabi!

 E bu kadar geyik yeter.

 
               Sizdekinin modeli ne olursa olsun bugün unutun o kırgınlıkları... Bir şiir okumuştum. Şöyle bir cümle kaldı aklımda; 'Ne  zaman ki babanızı kaybediyorsunuz, işte o zaman büyüyorsunuz...' 
 
             Babası olmayan insanlar var... Onlardan biri bu yazıyı okuyorsa eğer; güçlü ol... Baban için daha çok dua etmeyi unutma bugün. Mutlaka görecek ya da duyacaktır seni... Bakma sağken kırıp  döktüklerine, senin iyiliğini istemiştir o herzaman...
 
             Eğer bir kaç adım ötede duruyorsa babanız, sadece sarılın ona. Sizden pahalı parfümler, marka gömlekler beklemiyor. Dünyanın en kötü suçlarınızı işleseniz de sizinle gurur duymak için herzaman bir nedeni olacaktır unutmayın... Baba'dır çünkü o...
 
 
Bugüne dair iki ritüelim vardı benim.
Biri babama sarılmak,
Diğeri amcamı aramak...

 
Bu yıl diğerlerinden biraz farklı.
Çok şükür ki babama sarılabildim.
Ama Amcamı arayamadım. Telefonu kullanılmıyor artık.
Tam 17 gündür yaşamıyor...
Sadece dua ettim...
 

Allah'ım...
O'na iyi davran lütfen...

 
Amca demek baba yarısıdır amca,
Babalar günün kutlu olsun...


Kaleme alındığı tarih : 19.06.2011

0 yorum:

Kabusumuz !

09:20 Bahar ERGÜL 0 Comments

İnsanoğlu bir kere kapitalizmin pençesine düşmeye görsün. Her gün yeni bir şeyler icad ediliyor yurdum insanını soyup soğana çevirebilmek için. Hele ki bizim gibi tek gayesi tüketmek olan toplumlarda bu numaralar her zaman iş görüyor maalesef. Cüzdanlarımızda masum masum duran paracıklarımızı, kendi ceplerine indirmek isteyen bir avuç uyanığın icad ettiği en kutsal gündür Sevgililer Günü.

Pahalı hediye alma kültürünü, bizim gibi mazluma ağlayıp üzülmeyi seven bir millete kim aşıladı bilmiyorum. Artık ilişkilerin ciddiyetini sunulan hediyelere endeksleyen bir jenerasyon var yazık ki. Hiçbir ilişkisini bu formatta yaşamamış biri olarak algılamakta zorlanıyorum. Eğer gerçekten sevgiliyseniz her saniyeniz özeldir zaten. Kucağında kırmızı kalp tutan bir ayı mı özelleştirecek gününüzü? Ya da ışıl ışıl parlayan tek taş bir yüzük mü sadakat yollarını açacak? Aptalca. Yapacaksan bir güzellik, içinden geldiği gibi yap, o zaman daha anlamlı olur inan.

Bu mübarek günü daha unutulmaz kılabilmek için doğum yapacak inekler gibi kıvrananlar tanıyorum. Memleket meselelerine karşı bu kadar duyarlı olsaydınız, bugün halkı refah içinde yaşayan ülkelerden biri olurduk gençler.

Etrafım sevgililer gününde sevgilime ne alsam diye gelip akıl danışan bir sürü vatandaşla doldu taştı. Yeter be yeter! İlişkiyi yaşayan sensin, ilik gibi çocuğu yiyen de sensin. Ben nerden bileyim sevgilin zippo çakmak mı sever, önünde tazmanya canavı olan don mu giyer?

Be kuş beyinli, al çift kişilik bir battaniye, güzel de bir aşk filmi bulun, girin altına sıcacık film izleyin diyecem, film izlemeyeceklerini biliyorum.

Bu konuda ne zamandan beri bilirkişi kabul edildiğimi de ayrıca merak ediyorum. Her sevgililer gününde vitrinlerdeki kalp resimlerine bile küfür edip, evde sivilceler çıkaran bu gariban nasıl çare bulsun senin derdine?

Şimdi bunlar bir de 14 Şubat'ta yaptıkları herşeyi en ufak detaylarına kadar gelip ballandıra ballandıra anlatacaklar, o faslı düşünmek bile istemiyorum. Ben de meraktan ölmüştüm. Yok kırmızı güller, yok kırmızı şarap, yok şömineli dağ evi... Git salyalarını sil. İyi ki bir sevgiliniz var!

Bunlar tabi ki işin esprisi. Ben mutlu oluyorum etrafımda sevgi pıtırcıkları gibi dolaşan insanlar görünce. Keşke herzaman aynı enerjiyi, aynı yoğunluğu yaşasa çiftler... Kavga etmeseler, birbirlerini kırdıklarında küçücük  jestlerle sonlandırabilseler küskünlüklerini. Sabırla beslense aşklar, basit sebepler yüzünden ayrılıklar yaşanmasa keşke...

Bak dayanamadım yine. Hediye alacaklara önerim; öyle çok para harcamanıza gerek yok. Limitlerinizi zorlamadan da ifade edebilirsiniz sevginizi. Mesela bana beyaz bir gül getirenin 40 yıl kölesi olurum. Hiçbir şey bu kadar değerli olamaz.

Doya doya bakın sevgiliye... Doya doya bakın gözlerine... Tadını çıkarın diz dize geçirdiğiniz her saniyenin. Huzurla içilen birer fincan sıcak çikolata bile yeterli gerçekten seviyor, seviliyorsanız...

Kapitalizme yem olmayın gözünüzü seveyim.

0 yorum:

Suçlu Kim?

09:03 Bahar ERGÜL 0 Comments

İki kız kardeş tanıyorum yıllardır. Birlikte büyüdük diyebilirim. Onların hikayesi aslında hepimizin bildiği, tanıdığı bir hikaye. Hayatın iki uç noktasında, birbirlerine olan uzaklıklarını anlamaya çalışarak uzun senelerdir tanıklık ediyorum yaşamlarına...
 
Büyük kızımız ilkokuldan başlamak üzere her yıl ödüller alarak, başarılarla dolu bir eğitim hayatı geçirdi. Daha sonra yurtdışında bir üniversiteyi tam burslu kazanıp uzun yıllar Avrupa'da yaşadı. Bir kaç yabancı dil öğrendi. Üst düzey yöneticilik yaptığı şirkette herkes tarafından sözü dinlenen, insanlığı ile de bir çok kişinin gıpta ile baktığı başarılı bir iş kadını oldu...
 
Evin küçük kızı ise daha ilk okulda başladı kopya yüzünden yakalanıp disiplin kuruluna gitmeye. Anneciğinin günlerce yalvarması sonucu kayıt yaptırdı liseye. Yüz kızartıcı suçlar işlediği için okuldan atılan, her türlü pisliğe bulaşmış cemiyet mikrobu bir çocukla tanışıp, ailesini de çiğneyerek 3 yıl flört etti. Karşı çıkan anne ve babasını kendini öldürmekle, evi terk etmekle ya da okulu bırakmakla tehdit etti.
Her istediğini tıkır tıkır yaptırdı. Evde bir tek O'nun sözüne değer verilir aksi durumda kıyametleri koparırdı. En iyi kıyafetleri giydi, en iyi yerlerde gezip tozdu, pamuk ipliklerine bağlı aile bütçesine aldırmadan, en iyi dizüstü bilgisayarı aldırdı... Her zaman yaşıtlarının üzerinde bir standartta yaşadı. Ailesi çok zengin olduğundan değil, küçük kızımız bencil olduğundan.
 
Anne baba ne mi yaptı?
 
Bir evde iki farklı dünya nasıl yaratılabilir diye düşünüyorsanız eğer, hikayenin ürkütücü kısmı burada başlıyor. Öyle bir anne baba düşünün ki bir evladı yokmuş gibi davranıyor... Büyük kız ne kadar çırpınırsa çırpınsın, hiçbir zaman ailesinin takdirini kazanamamış, kız kardeşini yere göğe sığdıramayan annesinden tek bir güzel söz duyamamış.
 
Ne okulda kazandığı başarılar ne sosyal statüsü ne de kariyeri onu ailesinin gözünde daha değerli kılmaya yetmedi ne yazık ki. Hep itelenen, söz hakkı verilmeyen, istekleri konusunda fedakarlık yapmak zorunda bırakılan, toplum içinde rencide edilen... Kısacası gözyaşlarıyla dolu bir çocukluk geçiriyor. Küçük kız ise, sınıfta kalmadığı için ailesi tarafından başarı timsali kabul edilip,her hareketi pohpohlanıyor. İlerleyen yıllarda da, şişirilmiş egolarıyla saçma sapan bir hayat yaşayacağını görür gibiyim...
 
Çok acı... Çok üzülerek yazdım bu yazıyı. Ortaya çıkan iki karakter de arızalı çünkü. Yerden yere vurulan büyük kız şimdilerde öyle ürkek, öyle kırılgan ki. Hiçbir suçu yokken özgüven duygusu hiç yeşermedi onda. Ödü kopıyor birini incitmekten. Küçük kız tam bir sokak kızı oldu, ne küfür eksik oluyor ağzından ne de saygısızlığından arınmak gibi bir çabası var.
 
Aynı çatı altında yaşayıp aile olamamak, telafi edilemeyecek kadar ciddi hasarlar bırakıyor. Çevrenize bir bakın... Sürekli bağıran insanlar küçükken çok kavga görmüştür. Toplumdaki en azılı suç makinelerine bakın, neredeyse tamamı ailesi tarafından itelenip küçük düşürülen insanlar.Öyle olmayı istemedikleri halde...
 
Bireylerin yaşları, maddi durumları ya da konumları ne olursa olsun aşılamıyor bazı duygusal dağlar. Ne kadar yetenekli olursak olalım sıyrılamıyoruz çocukken yaşadıklarımızdan. Karakterimiz, kişiliğimiz, değer yargılarımız... Hayatta lazım olacak ne varsa iki insanın elinde şekilleniyor. İlk şeklimizi ailemizden alıyoruz ve o, şartlar değişse de değişmiyor. Peki toplumun yüzde kaçı bunun farkında olarak evlat yetiştiriyor? Her bir haltı öğrendik te insan yetiştirme sanatına neden bu kadar yabancı oluşumuzu bir türlü anlayamıyorum.
 
Herkes anne baba olmamalı bence.
Kaleme alındığı tarih : 25.01.201

0 yorum:

Sevme Beni

08:57 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bir insanı hissettiklerinden ötürü suçlamanın, dünyanın en aşağılık davranışı olduğunu biliyorum. Yalvarıyorum o dünyadan habersiz masum gözlerin peşimi bıraksın. Ağzımdan çıkan her cümleyi düşünmekten, kelimelerimin kırılgan kalbinde yaratacağı tahribatı düşünmekten yoruldum artık...
 
Kahve içiyorum, gözlüklerimi takmıyorum diye beni azarlaman bile canımı sıkıyor ama saflığın karşısında dilimi ısırıp susmak oluyor payıma düşen. Bir erkek arkadaşıma sarıldığım zaman yüzün gölgeleniyor, için için kıskanıyorsun. İyi de sana ait olmayan bir şeyi kıskanmaya hakkın yok sen de bunu bilmelisin.
 
Ne yaptıysam olmadı. Uzaklaştıramadım seni kendimden.. Tane tane anlattım küçük bir çocuğa anlatır gibi. Anlamadın kızdım, yine anlamadım sövdüm... Hırpaladım. Duygularını incittim, hunharca davrandım yüreğine. Ama gitmedin.. Lanet olsun ki gitmedin.
 
Beni bütün karanlığımla bırakıp arkana bakmadan gitmeni öyle çok istiyorum ki... Ben bile sahip çıkmazken günahlarıma, ben ortada bırakırken hatalarımı sen onları bile sessizce sevdin... Gecenin bir yarısı, bütün insanlık uyurken, senin için üzülüp ağlayarak bunları yazmak bile canımı nasıl acıtıyor anlayabilmen mümkün değil.
 
Bazen öyle bakışlarını yakalıyorum ki... İçim acıyor. Çok acıyor hem de. Dünyanın en güzel şeyine bakar gibi seyrediyorsun yüzümü. Eziliyorum... Utanıyorum seni sevmemekten ve asla sevmeyecek olmamdan. Dünyaya kötülük yapmak için gönderilmiş, zehirli biri gibi hissediyorum.
 
Gerçekten öyle miyim Allah'ım? Ben insanları mutsuz etmek için mi gönderildim bu evrene? Al bu laneti üzerimden eğer öyleyse...
 
 
Keşke sana zannettiğin kadar güzel olmadığımı anlatabilseydim.. Benim de içimde bazen çirkef duyguların yeşerdiğini ve onları beslemek için etrafımı zerre kadar umursamadığımı keşke görebilseydin... Hiç gelmeyecek bir treni beklediğini anlayabilseydin...
 
Ne olur bekleme. O tren hiçbir zaman gelip seni hayal ettiğin diyarlara götürmeyecek... Al tahtadan bavulunu, başka bir yüreğin yolunu tut... Gün batımını izlerken başka bir omuzda, aslında sevgini hiç haketmediğimi göreceksin.
 
Şu hayatta hep yenildin, üzüldün, haksızlığa uğradın... Belki sevdiğinin, her gece bir başkasını düşünerek uyuması da haksızlık bunu ne kadar çok düşünüyorum biliyor musun... Onurlu bir adam olduğun için kimseye eyvallah etmedin. Erdemlerinle gömülmek tek isteğin. Bir insanı ondan habersiz sevmek te bir erdem bunu biliyorum. Ama bu dünya zannettiğin kadar merhametli değil, kır düşmüş saçların bunu neden anlamak istemiyor?
 
Ben de bir zamanlar birilerini karşılık beklemeden, katıksızca sevdim. Kalbimi kırdılar. Eski püskü ceplerimi yokladığımda ellerimde sadece hüzün bulaşığı oluyor. Utanarak sahiplenmeye çalışıyorum beş para etmez geçmişimin sahtekar kahramanlarını... Bu yüzden yaşadığın sancı öyle tanıdık ki... Benim de seni kırmama izin verme ne olur.. Yaramaz bir çocuk gibi kırıp dökeceğim aramızdaki sırça duvarı. Saçları ağarmış yaşlı bir teyze olup geriye baktığımda seni sonsuz insanlığınla hatırlamama izin ver. Bir gün beni sevmekten bıkıp, çekip gitmeni öyle istiyorum ki...
Git benden artık.
Sevme beni ne olur...

 
Kaleme alındığı tarih : 07.01.2011

0 yorum:

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Blogger tarafından desteklenmektedir.