Korkma Sakın


Nefretini ulu orta, sevgisini fısıltıyla söyleyenlerin diyarından selam olsun.


2 yıl olmuş kalem oynatmayalı.

Ömürlük sandığım kocaman derelerim kurudu lakin küçücük su birikintilerinden okyanusa karıştım bu 2 yılda. Tahmin bile edemediğim çapta bir revizyon gerçekleşti hayatımda. Kapısının kolunu tutmaya korktuğum en arkadaki tozlu oda, cennetime giden kapıymış meğer...


Elbette eğitemediğim çocuklar da sinsice yürümeye devam ettiler yanımda. Sessizce anlaşılmayı beklemelerim, tepem atınca basıp gitmelerim, sevdiklerime küsmelerim, kitaplardaki yalnız adamlara içerlemelerim bitemedi bir türlü. 


Eski patronlarımdan birini hala affetmedim. Sinsi köpek. Eğer var ise ‘öteki dünya’ diye bir yer, bazı hesaplar oraya kaldı. Belki de bu dünyada göreceğiz ne halt yediysek artık, bilemiyorum. Her ikisi de bana uyar.


Anladım ki dinlemeyenlerin arasında duyan olmak bir büyük bela başımda.


Bazen düşünüyorum, bu haddini aşan bayağılık ve samimiyetsizliğin içinde ‘iyi bir insan’ olma mücadelesinin faydası ne? Sonra diyorum ki ‘fayda’ zalimlerin ve cahillerin hayat ölçüsü, bundan bana ne?


Tutarsızlığın meziyet sanıldığı bir devirde insanların söylemlerine değil, yaptıklarına bakacaksın. Utanmazlığı bir onur madalyası gibi takanların, nasıl cahil kitlelerle ne büyük riyakarlıklar ve ne manyakça çirkinlikler üretebileceğini hayal ettin mi hiç? 17 yıllık profesyonel çalışma hayatını terk ettim bu yüzden. Dünyanın en neşeli çatlak girişimcisiyim bir süredir. (bu konuyu soran çok, ayrı bir yazıda detaylıca anlatacağım yaşadıklarımı)


Vazifesini ihmal etmiş ebeveynlerin çocuklarıyla sınanmaktan oldu bu kafalar böyle pırıl pırıl.

Birbirimizin sebebi değil kanıtıyız aslında.

Anlayana.

Ayıp diye bişey var halbuki?

 

Nerede hakkaniyetsiz bir savaştan, hakkı gasp edilerek kenara savrulmuş bir garip görsem ona demek isterim ki; bizi delirtmeye çalışıyorlar korkma sakın..! Sen yalnız değilsin bu da yalnızlık değil. Bazı samimiyetsizlikler anlaşılmamış bir şaka gibi havada kalır, aldırma. Hayat herkesle fitleşir nasılsa. Adalet, onların mahallesindekinden ibaret değil.


Bir de yaşamdaki dinamikler var sakın aklından çıkarma. Hepimiz daima layık olduğumuz şeylere koşarız. Sen bütün cüretini herkes gibi olmamak için harca. Ancak böyle genişler göğsün… Bizi ayakta tutan şeyler, onların anlamak için çaba sarf edeceği türden şeyler değil.


Geçen gün meyhanede bir kadınla tanıştım. Dedim ki böyleyken böyle… Dünyanın yükünü taşımışçasına yorgunum. Acaba beceremiyor muyum yaşamayı? Bu iyi niyet denen meret hep mi benim bi tarafıma kaçıyor?


‘Dedi ki sen beceriksiz değil, dozu kaçmış bir romantiksin. Toplumun ikiyüzlülüğünü sırtlama tek başına. Bazıları kaypaktır. Sana ne bundan? Herkesin var bir gizli ajandası, alış buna ve bende yok diye tepinme. Doğanın kanunu bu değil tabi ki ama ellerini bir bahane yaratıp kirleten insanlar her zaman olacak -hem de çok yakınında…’


İçimde bir sürü insan var. Hepsi aynı anda konuşuyor. Bir şey de anlamıyorum ama hiç susmuyorlar. Sürekli bir uğultu dinliyor gibiyim. 

İçimin sesimden sağır olacağım okur…

Sağır olacağım!

 

 


Uykusuzun Notları

İçimdeki çocuk, dışımdaki ihtiyarın elini öptü bu sabah.

Sen kazandın dedi. Bu dünya senin anlattığın yermiş, benim zannettiğim değil. Ama ben yine de hayal kurmaya devam edeyim olur mu? Umut hep var çünkü. Küstah belki, ulaşılması zor. Ama umut hep var.

İçinde ‘Ama’ geçen cümlelere düşkünlüğüm yeni değil. Çünkü Ama demek teslim olmuyorum demek. Bazı doğrular kişiseldir demek. Ben de haklıyım demek. Muhalif olmak zaten cesaret işi. Ama diyorsan korkmuyorsun. İnsanı korkularından arındıran bi şirretlik var 'ama' da.

Zaten kaçarın yok hayat 'bir yerden sonra' seni şirretleştiriyor. Hafife alma, büyük cesaret gemileri yakmak. Büyük cesaret omurgayı dik tutmak. Herkes beceremez.

Hayat büyük bi savaş. İnsanlar güvenli bölge arıyor, sakin kafa istiyor. Öyle her babayiğidin harcı değil konfor alanlarını reddetmek/terk etmek. Nelerden feragat ediyor şirretler bilsen aklın durur. (Bütün gerçek savaşçılar bunlardan çıkar unutma)

- Gerçek, ne yapacağı belli olmayan aşındırıcı bir rüzgar gibi. Günlük hayatın savunma duvarlarında delikler açabilir, -anlamayı ertelersen- koskoca yapıları çökertebilir. Gerçekten Kaçamazsın. Ona yalnız deliler ateş eder. Bir de aşıklar… Çoğunluktan olmanın kolaycılığına kaçmamış, yalana boyun eğmemiş ve bütün kategorileri reddedenler. Tanırsın onları. Faşizmi karizmatik bulmayanlardan, seversin.

- Geçmiş üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin değişmiyor. Sadece ona bakış açını değiştiriyor zaman. Binbir çeşit dertle uğraşmışsın, ruhun zımparalanmış, köşelerin kaybolmuş, kayıplar vermişsin, değmemiş... Yorulmuşsun bir de, dert anlatasın yok. Haliyle daha bağışlayıcı oluyorsun. Daha basit ama daha keskin kararlar alıyorsun.

Etrafımdaki herşeyin benim için bir anlam ifade etmemesine izin verdim. Bu beni öfkeden koruyor. Yoksa kaybederim aklımı. Çünkü insanlar ve elbette onların yarattığı sorunların da bir sınıfı var. Hayatta kimi ne kadar ciddiye alman gerektiğine ve bazen kendini hangi zindana kilitlemek istediğine kendin karar veriyorsun, bu iyi bir şey.

- Kendi içimde saatlerce dolaşıp kimseyle karşılaşmıyor olmam artık üzmüyor beni. Kökleri olmayan bitkilerden farkımın olmadığını kimseye itiraf etmedim. Sahip olmak değil maharet, ait olmak. Neye ait olduğumu bulamıyorum bir türlü. Hayatım arayışla geçiyor. Ne zaman buldum desem benden önce başka biri bulmuş oluyor. Öyle olmadığında da ben sıkılıyorum. Birisi demişti ki, 'insanları aromalı sakız gibi tatları geçince tükürüp atıyorsun Bahar.' Ne güzel aşağılamış beni.

Herkes herkesten sıkılır ki zaten. Sadece bazılarının zamanını kestiremezsin. Bu da sana yaşadığın şeyin özel ve sıradışı olduğunu zannettirir. Aklın oyunlarına bak.

Küçük bir fotoğraf karesi hala rüyalarıma musallat oluyor.

- Özür dilerim kızım.

- Benim yüzümden mi oldu anne?

- 17 yaşındaydım Bahar...

Bütün suç benimmiş gibi davrandı bana. Sanki doğarak büyük ve affedilemez bir suç işlemişim gibi. Ben de yıllarca suçlu gibi yaşadım. Suçum önde ben arkada uzun ince bir yol çizdik. Ne zaman biri tutsa elimden o lanet yoldan çıkabileceğime inandım. Öyle büyük bir inançtı ki bu geri kalan herşeyi yok saydım. Finalde yok saydıklarımla sınandım. Sınavın biri bitti, biri başladı.

Pedagojik yöntemlerle büyütülmemiş olmalarını referans göstererek, herkesi ve herşeyi suçlayıp kibrine gömülenlerden olmamak adına feragat ettim. Feragat edecek hiç bir şeyim kalmayana dek. Kalmadı. Hakkettim.

Halbuki tek derdim neandertal olmadığımı ıspatlamak ve insan olmanın hakkını verebilmekti. Büyük 'iş' in altına yattığımı çok geç fark ettim. Dünyadan tiksinmem ve insan olmanın korkunç ağırlığı altında bokumun çıkması gerekiyormuş bunu anlayabilmem için. Bazı tecrübeler eksiye düşürüyor başkan.

Sonrası aydınlanma dönemi. Boşlukları insanlarla dolduramayacağımı çok zor kabullendim. Hatta bazı boşlukların hiçbir zaman dolmayacağını. İçimde koca koca oyuklarla, onların içine düşmeden yaşamayı öğrendim. Ya da düştüğüm zaman bunu asla çaktırmamayı...

Bu yüzden beklenmedik şeylerden ve onların sarsıntılarından hep korkarım ben. Bi de korktuğum zaman çocuk şarkıları söylerim.

Düzen düşkünü bir anarşist zannettim kendimi uzunca bir süre. Varlığım çelişkiler silsilesiyken hiç erekte olamadım haliyle. Ondan 'ol' madım demek ki ben. Zorla karanlık bir odaya hapsetmeye çalıştım içimdeki zırtoyu. Halbuki bu hayatta karşılaşabileceğin en güzel şeyler hep düzenin dışındakiler.

Saat 03:16… Asla uyumuyorum. Gözlerimi kapatınca özlediklerim üşüşüyor başıma. Söyleyemediklerim çınlıyor beynimin içinde.

Zararın neresinden dönersen kar diyorlar ya, o öyle değil. Giden senden gidiyor. Umutların kaçmasın bir yerine diye yazdım bunu. Sen bari karanlıkta kalma. Ya da en azından bil ki o karanlıkta birlikteyiz. Ben hemen yanındayım.


Dert Varsa Üretim Var

İnsanları mesleklerine, ünvanlarına, kazançlarına ve fiziksel özelliklerine göre kategorize etme alışkanlığı, tüm zamanlara meydan okuyan cinsiyetsiz bir hastalık. Üretmemek, kişilik bozukluğu, vasıfsızlık, fındık kadar bir beyin, biraz zavallılık ve sonsuz kalitesizlik yeterli bu hastalığa yakalanmak için. Asla tedavi edemezsin ama korunmak için reçetesi şu; onları çemberin dışında bırakacaksın. Takmayacaksın, yorum almayacaksın, yola devam edeceksin. Seninle gelmek isteyen zaten geliyor. Sen ruhundaki mizaha odaklanacaksın. Güneş görüyor mu çiçeklerin? Buna bakacaksın. Bugün topraklarına yağmur yağıyor diye küsmemeyi becerebiliyorsan gökyüzüne, gerisini iplemeyeceksin. Hasadına bakacaksın… İsteyen istediğini düşünebilir.


Milyon kere konuştuğumuz üzere, koşullar ne olursa olsun gülebilen insanlar konuyu kapatmış oluyor. Bir insanda komiklik ve neşe varsa, orada ürkütücü bir zeka oluyor. Bir insan komikse zekidir. Bu zekanın dozu yüksekse de mutsuzdur. Zeka idrak, yani farkındalık getiriyor çünkü beraberinde. 


Mesela ne kadar iyi görünürse görünsün bir insanın mutsuzluğunu anlayabiliyorsan, bu fark ediş önce üzücü sonra ise sana yük oluyor. Farkındalığı yüksek olan insanlar, samimi olmayan hiçbir şeyi yemiyor.

Bana göre olan kısmı şu, mizah insanın diplerdeki mutsuzluğu ile mücadele etme yöntemi. Yani ızdırap veren şeyleri ve şüphesiz  -tüm deliklerinden adaletsizlik fışkıran- hayatı da katlanılabilir kılmak. Mesela benim en çok espri yaptığım konular, aslında en çok ağladığım konular. Bunu fark edebilen çok az insan var. Onlar da iyi ki var.

Genel olarak beni düşmez kalkmaz, bi bok olmaz zannederler. 'Bahar halleder' duymaktan en nefret ettiğim cümle. Yok abi yok, halledemiyorum işte benim de patladığım bi sürü mevzu var. Ota boka gözlerim doluyor, sadece kafamı başka bir yöne çeviriyorum. Hepsi bu. Bişey hallettiğim filan yok.

Güçlü birisi olmak sanıldığı gibi matah birşey de değil ayrıca. Ne kadar güçlüysen o kadar savaşıyorsun. Çünkü herkes sana abanıyor. Biri bitmeden biri başlıyor. Yaşamak zaten büyük bir arbede ve büyük savaşçılar hep yalnız. Ne kadar yalnızsan da o kadar güçlü olmak zorundasın. Çok değişik.

Tüm bu olanlara dayanamayan, kafası karışmış, ne yöne gitse patlamış ve sonunda sıyırmış benim gibi şaşkınlar da çeşitli alanlara kayıyor. Kendine küçük cepler açıyor, azıcık nefes alabilmek için. Enstruman çalan var, kitap okuyan var, ahşap boyayan var. Çünkü kaçacak yer yok. Çünkü maskara olmadan yaşamak zorundayız. Çünkü mizah ve sanat hayatı katlanılır kılar. Bunlar, derdi olan insanların işi. Dert varsa üretim var.

Bu arada bu yollara düşenler şöyle üretelim, böyle üretelim, sapık gibi üretelim diye kıçını da yırtmıyor, sığınıyor buralara. Birileri tarafından anlaşılma ümidi olsa hemen terk edecekler sanatı da, mizahı da… Hep öyle oluyor çünkü.

‘Bazıları’ ne kadar mutlu halbuki :) Tüm bu dertlerden uzak... Çünkü genel olarak sormuyorlar ve düşünmüyorlar. Kafa yordukları tek şey kendi düzenleri ve konfor alanları. Önlerine konulan şeyleri/koşulları kabul ediyorlar, sahipleniyorlar ve yapışıyorlar. Küçücük bir şeyi sormaya başlasalar sıkıntı. 

Hayatı boyunca sorduğu sorular başına bela olmuş bir insan olarak çok ta tavsiye etmiyorum bunu. Mutlu olmaksa hedefiniz, sormayın abi soru filan. Gerek yok, insanın canı sıkılıyor. Siz varsa etrafınızda kendi yarasının üstünde tepine tepine espri yapan ya da yönetemediği şeylerle sinirinden dalga geçen birileri, gülün onlarla... 

Sonra deli deyip geçersiniz. Sen deli zannedersin ama aslında sıkıntısını ya da zekasını zapt edemiyordur. Toplum onlara deli\kırık\sıyırmış der. Bakma insanlar ikiyüzlü, herkes ister bazen deli olmak. Korkunç sempati duyuyorum onlara. Bir de söylemek isteyip te söyleyemediklerimi duyanlara…


(Bu arada önemli bir noktayı kaçırmamak lazım. Bu toplum çakallıkla zeki olmayı karıştırıyor. Bunu bi ayıracaksın kardeşim. Zekadan kast ettiğimiz asla 'en akıllınız benim, hepinizi suya götürüp susuz getiririm' varoşluğu değil. Bilmeyenler için ekleyelim, zeka ile çakallık arasında 2 temel fark var;

1-Aile Terbiyesi
2-Ahlak.)

Bu kadar yeter bence. 1 yıllık aradan sonra tekrar buralarda olmak iyi geldi. Bi kaç konu var aklımda, en kısa zamanda yazıcam. Dün gece aklıma ne geldi biliyor musun?

20 yaşıma bir mektup yazabilseydim eğer, kendinin kıymetini bil derdim. Kendinin kıymetini bil.

Neşeli günler.


Meyhaneci Karısı


‘Geldi bahar ayları,
Gevşer gönül yayları.’

Bütün yaylarım bağımsız şu ara. Hangisini derleyip toplayacağımı bilmediğimden bu hareketsizliğim. Kim ne bok yerse yesin. Nasılsa olacağına varacak herşey. Başa gelecek olana engel olamıyorsun kaç takla atarsan at. 

Bazı insanlar gökyüzü gibi bakıyor. Kıyısız. Aklım kıyılara gidiyor Nisan aylarında. Meyhaneci karısı olmak istiyorum her Nisan.
Pazardan biraz salata malzemesi bolca roka alayım, 3-4 te limon... Bi de benimkine 2 paket sigara. Kapıda karşılasın çocuklar, hoş geldin yenge deyip alsınlar elimden poşetleri. Mutfakta meze yapıyor olsun emektar usta. Gel abla tadına bak desin. Lakerdalar ve deniz börülceleri yan yana dizili olsun tezgahta.


Yasemin kokusunda öğlen rakısı, atalım iki tek benim beyle. Biraz essin. Müzeyyen Senar çalsın, ‘Şarkılar seni söyler, dillerde name adın…’ Ulan kadın desin. Ömrümü yedin. 
Zorla mı verdiler? Almasaydın ulen deyip kıkırdayayım zamana yenilmiş gıdımla. Gözlerimle sarılayım ihtiyara. Şehir insanları bilmez; gözle sarılmak diye bir şey var. Bazen utandığından, bazen cesaretin olmadığından, bazen kıyamadığından… Gözler iletkendir.

Rakı insanın tuz ruhudur derim hep. Dilini açar, kalbini deşer, kenarda köşede sakladığın ne varsa çıkar meydana. Yaralarını hatırlatır. Tuttuk bir meyhane yolu. Rakılar buzlu, mevzular derin, çıkmazlar kallavi... Zeki Müren çalıyor; 

‘Elbet bir gün buluşacağız…’

Anason kokusuna teslim herşey. Levrek marin var tabağımda, biraz da beyaz peynir. Deniz börülcesi yokmuş biraz bozuğum. Yan masada yaşlı bir amca oturuyor. Yanında daha genç ama yorgun bir adam. (Yorgunları, rakı masasında sessizleşmelerinden tanırsın.) Adam Atakan Hocaya benziyor. Atakan Hocam sen ne güzel bi insansın. Allah ne istiyorsan versin sana.

Ahtapot ızgara istedi masaya. Ankara’da keşfetmiş, bir iş gezisi esnasında.
Dedim Ankara? Ahtapot? Deniz olmayan yerde?
‘Para olan heryerde herşey bulunur kızım. Ah o namussuz para…’

Kızım kelimesine takıldı aklım. Erkekler sevdiği kadınlara kızım desinler ne olur. Çünkü kızım demek seni atamam satamam demek. Ne yaparsan yap bendesin demek.

Amca çok tatlı. Üzerine limon sıkılmış biraz ayva uzatıyor. Kendi tabaklarından bize de bölmüş. Dedim ne işe yarıyor bu? Midenin asidini alır kızım, ertesi gün rahatsız olmazsın. Güldü sonra, ‘gençken biz de bilmezdik’. Amcam çok çam devirmiş. 

Rakı içen adamlara dikkatli davranın.
Hassas ve kırılgan adamlar bunlar.
Orospu çocukluğu yapmayın.

İnsanın yaratıcısı burda diyor kalbini göstererek. Vicdanın varsa gerisi çok önemli değil. Siktiret. Yanlış anlama he mi kızım. Zoruma gidiyor benim… Bu insanlar çok adi. 

Zorumuza gidenler diye bir başlık oluştu içimde. Listenin sonu gelmedi. Heyt be, ne ara dolmuş bu defter. Allah’ım dedim, rakılıyım affeyle; elinde bu defteri silecek bir silgiyle gelsin gelen.  
‘Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim….’

Gönül dediğin yer bir göz oda. Tek kişilik.
Bazı yollar izahsız. Sonu hüsran da olabilir, bayram da. Yıkıldığı yerde kalıp, zorbasının gözlerinin içine bakan adamlar sevmişim hep. 
Hallac-ı Mansur’un sözü aklıma geliyor kadehler ‘sağlığa’ kalkarken; Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.’ Babam derdi ki, insanların bazıları hastalıktan, bazıları sabırsızlıktan ölür kızım. Hallac-ı Mansur gibi adamdı zayi oldu anamın elinde.

Meyhaneye götürün beni ey cemaat! 
Yan masada sessizce rakı içip dertlenenlere irmik helvası ısmarlayıp racon kesen, afiyet olsun evladım derken dili dolanan amcalarla yaşlanmak istiyorum. 

Hesap geldi yan masaya. Amcanın kredi kartının şifresi 1998. Gözümün nuru diyor telefonunun ekranındaki kızının fotoğrafını gösterirken. Babamınki 1985. 

Meyhane babam kokuyor… 

'Fikrimin ince gülü...'




Gökyüzüne Bakmak


Üniversiteye gidiyorum. Annemle dalaşmaya başlamamız kesinlikle yeni değil. 
Geceleri odamda gitar çalıyorum. Bülent Ortaçgil’le evlenme hayallerim var. ‘Eylül Akşamı’nın notalarını çıkarmaya çalışırken ömrüm tükeniyor. Ha bir de hiçbir boka benzemeyen sözümona ‘bestelerim’ var. Çin işkencesine benzediğini her gece kapıma dayanmasından anlıyorum.
Her gece geliyor! Kapımdan ayrılmıyor. Yat zıbar artık!
Kovuyorum.
Söylicem babana diye tehditler savuruyor.
Ertesi gün ‘Sevmiyorum bu kadını’ diye arkadaşlarıma anlatıyorum. Ayıplıyorlar.
Diyemiyorum ki bunları seçmedik. Bunlar seçilmişler değil; verilmişler.
Sevmek zorunda olduklarımız verilmişler değil, seçilmiş olanlar. Bizim seçtiklerimiz. 
Ben bana verilenden memnun kalmadım. Mecbur muyum bunla yaşamaya?
Diyemiyorum tabi o zamanlar.
Korkuyorum beni sevmezler diye.
Herkes beni çok sevsin istiyorum o zamanlar.
Çok sonradan öğreniyorum ki esas olan çok değil, hep sevmek.
Onun da şekline, rengine ve sınırlarına biz karar veremiyormuşuz çoğu zaman. Ne çıkarsa bahtına. 
Şahsen kötü insanlar çıkmadı bahtıma ama ne bilim, sanki daha iyisi de olabilirdi. 


-Bahar Hanım siz evli misiniz?
-Hayır değilim
-Sizinle evlenecek olan kişi çok şanslı, çok iyi bi insansınız.
-Sağol Sertan..


Ne zaman gökyüzüne baksam hep bunu düşünüyorum. İnsanoğlunun en büyük yanılgısı bildiğini zannetmek. İyi bilirsin kötü çıkar. Doğru zannedersin acıya boğar.

Maharet o çizgide ısrarcı olmamak. Alışkanlığa dönüşen paylaşımlarımızı aşk, esaretimizi istikrar diye yutturmaya çalışacak kadar büyük zavallıyız. Bu kafalar da durulmaz, bu mutsuzluklar da bitmez bu yüzden.
Aslında 2 kişilik bir hikayede tek başına savaşmanın yorgunluğu çöktü üstüme. Dünyayı karşına alırsın ama seni yalnız bırakanla savaşamazsın. Kaçak güreşenler, işler sarpa sarınca hayalete dönenler, ölü taklidi yapanlar… Allah hepsine şifa versin. Bu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hastalığıdır -mış gibi yaşamak.
Geçen gece kafamdaki tilkilerle sohbetteyiz. Saat 3’ü geçmiş. ‘Kitaplık leş olmuş, şunu bi temizliyeyim’ dedim. Bir tane çocukluk fotoğrafım geçti elime. Kucağımda oyuncaklar, götümde pazen bir don. Acayip mutluyum, yüzüm cıvıl cıvıl.
Sonra gökyüzüne baktım.
Dedim ki...
Beni niye büyütmüyorsun? Neden sadece cildim kırışıyor? Neden hala hüngür hüngür ağlıyorum bir şeyi paylaşmak zorunda kaldığımda?



Bekledim biraz. Sonra tekrar baktım.

Yanıtları olmayan sorular sormak mantıken mümkün değil. Matematik ve diğer rasyonel bilimler de hemfikir bu konuda. Ama keşke mümkün olsa o önermeler. Her ciyakladığında sordun, soruyorsun ve soracaksın... Hayat hep planlayamadıklarından öğrendiklerin. Bir manevra alanı yok bu konuda maalesef. Başına gelenlerle savaşma yeter.
Boşver. Alicia Keys ne güzel söylüyor..  'If I ain't got you...' Dinle bak, iyi gelecek. Sıkı bir kız. 
Son olarak;
Birisi bir kötülük yaptığında ona yine kötülükle yanıt vermek aciz ruhların işi bana göre. Uzaklaşmak varken neden ellerini kirletiyorsun? Kimse değmez bu hazza. Doğa ona gereken muameleyi senden çok daha yaratıcı davranarak yapar zaten. Genellikle de karşına çıkartır gör diye. Öyle zamanlarda gülmemek gerekiyormuş. Ben gülüyorum gizli gizli. Başıma bişey gelmez değil mi?
Geçen birini gösterdi de bana…
Beter ol dedim; beter ol.



Bir Zombi Dişlese de Rahat Etsem

En basit cihazların yanında bile bir kullanma kılavuzu var. Ne güzel.

Keşke insanlarda da olsa. Nasıl yaşayacağını bilmeyen, 3 kuruşluk menfaat için vücudunda oynamayan uzvu kalmamış 'insancıklar'dan sebep nasıl zayi olduğumuz gün gibi ortadayken... Keşke diyorum, ah keşke...  
- İnsan olmanın temel şartları
- Adalet, din, menfaat, nankörlük ve dürüstlük tanımları
- Kendinden olmayana nasıl davranılması gerektiği
- Tüm canlıların eşit yaşam hakkında sahip olduğu
- Şerefli bir yaşam sürebilmenin olmazsa olmazları
- Nezaketin kimseyi öldürmediği ve örnekleri
- Pişkinlik, utanmazlık ve yüzsüzlükle mücadele etmenin imkansız olduğu 
gibi başlıklar olsa bu kılavuzda ve gerizekalıya anlatılır gibi şemalar eşliğinde izah edilse güzel olmaz mıydı? 

Haysiyetli bir yaşamın ne tür sorumluluklar getirdiğini, zor koşullar altında da doğru olanı yapabilme tercihinin 'insanlık'la olan ilintisini, can yakmadan ve haksızlık etmeden; doğar doğmaz öğrenebilsek keşke bu kılavuzdan... 

Hayatta esas olanın Allah/kitap/din üçgenini dillendirmek değil; kimseye haksızlık etmemek olduğundan bihaber ortalarda gezenler de 'insan' kategorisine girer miydi o zaman? Ya kraldan çok kralcı olanlar ???

Bu ara rehber/kılavuz gibi kavramlara takık durumdayım. Çünkü bıktım yaşını başını almış terbiye olmamışlardan, sosyal statü ve eğitim durumu fark etmeksizin her yöne dümen kırabilenlerden, zekası ve becerisiyle alt edemediğine pislik atan, kimin atına binse ona ağam/paşam çeken ve mahalle yanarken saçını taramakta sakınca görmeyenlerden. 

En iyi ihtimalle 100 yıl sonra kökümüze kibrit suyu dökecek olan Yapay zeka ile uğraşacaklarına, insanlar için 'geri dönüşüm' yapsalar keşke.. Evrimini tamamlayamayanlar 'çöp' kategorisine girse.. Hemen geri gönderilseler.. Kimler düşer can derdine bi düşün :) Bilimin artık insanlığı yüceltecek şeylere mesai ayırması gerektiği kanaatindeyim. (Biz kendi pisliğimizde boğulmadan.)

Yüksek bütçeli zombi senaryoları yazmasın kimse. 

Dünyanın sonunu salak bir virüs değil bu kötüye bulanmış, hiçbir prensibi olmayan, önlerine gelen her güzelliği ve saflığı yok ederken salyalar saçan aşağılık yaratıklar getirecek. 

Birçoğumuz uzun zaman önce insanlıktan çıkıp yaratığa döndük zaten. Zombilerden daha tehlikeli bir tür olduğumuz tartışmaya açık bir konu değil artık maalesef.  Zira yaşamak değil bu, hayatta kalma mücadelesi... Oyun kurucular da uzun zaman önce terk etti etik değerleri. Hayvanlardan ders alır olduk. Ağaçlar, kuşlar, salyangozlar ve çocuklar... Tamamının nefretini kazandık çok şükür (!)

Kılavuz yok. Kargaya güvenenlerin hali içler acısı.
Belki rehberlik kısmı için ebeveynleri konuşabiliriz. Onların niteliğini yorumlama işini size bırakıyorum. Bugün kalbimizi nefretle dolduran bunca sürüngenin de nihayetinde bir anne ve babadan türediklerini düşünürsek; benim için çoktan içi boşalmış ve anlamı düşmüş bir konu. 

Bir yaştan ve seçimlerimizden sonra mücadelemizin temel konusu; kendi yarattığımız karma oluyor. O yüzden gözünü kırpmadan her türlü kötülüğü yapıp sonra da mutlu olmayı beklemesin kimse :) Dağıttığın iyilikler de çıkıyor yoluna, kötülükler de bela olup yağıyor başından aşağı. Buna rağmen ilginçtir şifa arayana ve sorgulayana pek rastlamadım. Anlayamadığımız şeylere b.k atıp yola devam etmek, zeka ve ahlak gerektirmeyen çok daha kolay bir seçenek. Konfor alanlarını terk etmek ise cesaret ve bilgelik istiyor. Bu da öyle her ruhun harcı değil. 

Şuursuzluktan delirip mutluluğa varanlar kalabalık ve özendirici. 

Yoruldum. Başım ağrıyor hep.  
Sen halledersin, güçlü bir kızsın vs vs.. gerçekten duymaya tahammülüm kalmadı. Bi zombi dişlese de rahat etsem.

Bu doz ölümcül okur.
Bu yalnızlık büyük.
Bu çaresizlik delirtecek.


TEŞEKKÜR EDERİM SANA BAHAR


(Bu fotoğraf 3. yaş günümün kutlanacağı günden. Henüz misafirler gelmemiş, annem bana zorla o iğrenç yeşil elbiseyi giydirmiş ve pastama dokunmama kesinlikle izin verilmiyor. (Yeşil rengin, sonraki yıllarda büyük bir sınav olacağını bilemiyorum tabi o zamanlar...)
Nasıl dertli bakıyorum. Dile kolay 3 yıl devirmişim :) Kim küstürdü beni? diye bizimkileri baya sıkıştırdım ama cevap alamadım maalesef. Hayat boyu yanıt alamayacağım ilk sorularımdan biri olmuş sanırım. Muhtemelen altımda bez bağlı... Hatırladığım kadarıyla bir dediğim iki edilmiyor ama çok zor geçiniyoruz. 30 yıl geçmiş üzerinden.)

Bugün noktaladığım 32. yaşım bana 2 şey öğretti ;
1. Gerçek o.spu çocuklarının anneleri, o işi yapan kadınlar değil.
2. Dünyada yan yana getiremeyeceğin 2 şey var. Birisi yalan, diğeri güven. (Yalan söylediğini bildiğin birine güvenmeye devam ediyorsan gerizekalı olduğun tartışmaya açık bir konu değil.)

Doğanın şaşmaz bir döngüsü var. Yapılan her iyilik ve her kötülük mutlaka sahibine geri döndü, dönüyor ve dönecek... Evren o kadar da başı boş bir yer değil.

Teşekkür ederim sana Bahar.

Karşılaştığın tüm o leş ruhların içinde kaybolmadığın, kimseye borçlu kalmadığın ve herkesten fazlasıyla alacaklı olduğun için teşekkür ederim.

Her konuda ve her koşulda önce hep kendini hırpaladığın, haklı olmayı güçlü olmaya tercih ederken saniye sekmediğin ve en yalnız zamanlarında bile kalabalıklaştığın için sağol.

Vaziyet ne kadar b.ktan olursa olsun ayakta kalmayı becerebildiğin, insan olmanın dünyadaki en önemli/en üstün statü olduğunu unutmadığın ve 'görmezden gelinen'e duyduğun içtenlikli ilgi için varol.

Düştüğün kalktığın ama kalkmak için kimseyi düşürmediğin için teşekkür ederim sana Bahar...

İyi yanlarının gelişemeyeceği hiçbir şey uğruna değişmediğin, ağır bedellerini bile bile onuruna sahip çıktığın ve hiç kimsenin yanında ağlamadığın için teşekkür ederim.

33. Yıla girerken... Karşılık beklemeden yaptığın iyiliklerinde teselli bulduğun için teşekkür ederim sana. Her koşulda 'insan' kaldığın için...

Doğum günün kutlu olsun !

İnsan Olmanın Maliyeti



( Bu fotoğrafı Erzurum Palandöken'de çekmiştim; 3.200! )


‘İnsan olmanın maliyeti çok düşüktür. Yumurta, sperm ve kafi miktarda şehvet. Ve işte dünyadasın…’

Buna nerede rastladığımı hatırlayamıyorum, sadece gerçekliğe ne kadar derin bir dalış yaptığı düşüncesi hep aklımda. Dünya, bu pervasız varoluşa bir anlam yüklemeyi tercih eden benim gibi küskünlerle dolu.

Tüm canlılar böyle midir? Mesela kertenkeleler de yalan söyler mi? Karıncalar hırsızlık yapıyor mudur mesela? Daha iyi bir yaşam standardı için eğilip bükülen bir ejderha geçmiş midir dünyadan?

Peki insanlar… Yeryüzündeki bütün pis işleri, çirkin güdüleri ruhunda toplarken nasıl rahatsız olmuyor bundan? Üstelik bu kadar kusursuz bir zeka ve beceri ile donatılmışken? (belki de herşeyin başı zekadır)

Kendi kuyruğuna basılmadığı sürece adaleti hatırlamayan, kazık atmayı kurnazlık, mütevaziliği aptallık zanneden canlılardan ne zaman kesin ve net bir çözümle kurtulabileceğiz? Ömrümüz buna yetecek mi? İnsanoğlunun daimi sınavı, ilgili melek o çalgıyı üfleyene kadar devam mı edecek yoksa?

İyiler ve kötüler…

İyiler nadiren kazanır hayatta onu anladık. Diğerlerinin ‘başarısı’ ise mekanik, ahlaksız, kesinlikle hileli ve dijital… Sen hiç olmamışsın ve herşey gri bir atmosferde normal seyrinde devam ediyormuş gibi.

Sadece hatırlanmayı ümit ediyorsun. Unutulmamak iddialı olabilir.

Evet, mağaramdan bildiriyorum. Kafası karışınca mağarasına kaçanlardanım. İlk zamanlar mabetti de oranın da içine ettiler galiba. Bende de var kabahat. Ne bu kırılganlık? Ne bu dozajı kaçmış adalet duygusu?

Fazlaca boş vaktim varmış gibi görünüyor ama her saniyem öyle yoğun, öyle karmaşık ve öyle içinden çıkılmayacak şeyler düşünmekle geçiyor ki.. Saçlarımdaki beyazların arttığını bağırsaklarımdan bile duyabiliyorum..

Senelerce insan olmaya çalıştık. Şimdi kendimizi koruyabilmek, zarar görmemek için ondan/insanlığımızdan uzaklaşmaya çalışıyoruz. Rezalete bak.

Uyuyamyorum.
Çok pis uyuyamıyorum hem de.
Sabah 6..7… Gözlerim hafifçe kapanıyor. Babamı görüyorum sonra. Ama çok az kalıyor.


Bir süredir başıma gelen şeyler şaşırtmıyor beni. Büyümek bu mu şimdi? Ne zaman ‘Bundan daha kötüsü olabilir mi?’ desem, bir sonraki ondan daha kötü. Doğa bazı konularda cevapları hızlı gönderiyor. Ama sadece ‘bazı’ konularda.  

Birkaç hatıram var bu dengeye dair.

İnsanlar ‘karma’nın gücünden haberdar olsalar bu kadar alçalırlar mı sence? Bu kadar iğrençleşip ucu bucağı görünmeyen bir onursuzluk denizinde yüzmeye çalışırlar mı? Bilmem. Gerçekten bilmiyorum. Şeref ve haysiyet öyle göreceli şeyler oldu ki. Herşey güçlü/güçsüz ayrımında.

Ama haklı olmak başka.

Muazzam ahlaksız, karaktersiz ve aşağılık 2 ayaklı canlılar var. İnsan olma onurum kırılır türdeşim olarak kabul edersem. Sürekli onların çok kötü anne babaların elinden çıktıklarını düşünüyorum. Başka türlüsünü aklım almıyor. Dünyaya bu kadar temiz ve saf gelip, böyle leşe bulanabilir mi adına insan denen? Tamam maliyet düşük onu anladık. Anladık ta… Bu kadar sentetik, yanıcı ve uçucu olmanın manası ne ki?

İyice çorba oldun mu? Ol.
Ben günlerdir böyle yaşıyorum.
Çorba gibi…

Bütün insanların içinde onlara mücadele gücü veren ve ayakta kalmalarını sağlayan birer motor olduğuna inanıyorum ben. Yakıtı sevgi, mutluluk ve neşe.

Bazılarında ise birkaç motor var, benim gibi. Sen seslerini dışarıdan duyarsın; gümbür gümbür çalışır. Bi halt olmaz onlara... Düşer bir daha kalkar, sonra yine düşer bir daha ayağa kalkar. Düşer, kalkar. Düşer kalkar…

Bu yazının sebebi ne biliyor musun? 
Ben o motorların sesini duyamıyorum artık. 
Durdular mı yoksa?




Deneyim Biriktiriyorsun :)


- Yıllardır çalışıyorum, hep aynı yerdeyim... 
- 35’ime geldim daha yönetici olamadım...
- Keşke başka bir iş yapsaydım, vakit kaybettim...

Zaman kaybetmiyorsun kardeşim; deneyim biriktiriyorsun! 

“Eğer algılarınız açıksa, gözlem yapabiliyorsanız, hayatınızın liderliğini almakla ilgili hayalleriniz varsa ve kendinizi geliştiriyorsanız, şu an sadece DENEYİM biriktiriyorsunuz”

Yıllarca, o an ne işime yaradığını anlayamadığım kitaplar okudum. Eğitimlere gittim. Ofis toplantılarına katıldım. Projeler yaptık vs...

Zorlayıcı yöneticiler, rol çalan iş arkadaşları, bitmez mesailer…

Farkında değildim ama zorlukları aşmayı öğreniyordum, ya da işine sahip çıkmayı, emeğime sahip çıkmayı, sınır koymayı bilmeyi vs... 

Sonrasında anladım ki, o deneyimler beni bugünkü Bahar haline getirmiş. O zaman isyan ettiklerime şimdi şükrediyorum. 

Henry Ford 40’ından sonra başarılı olanlardan... 
Milk Shake satıcısı Ray Croc, Mc Donalds’ı 52 yaşında kurdu.. 

O zamana kadar vakit mi kaybettiler? Bence “Hayır” 

Deneyimlerimizin bizi nereye götüreceğini bilmiyoruz, bakış açınızı değiştirin :) 




İnsanın İçindeki İnşaat Bitmiyor




‘Mutlu muyum? Tartışılır. Ama çok huzurluyum.’
Böyle dedi o ‘değişik’ taksici.

‘Huzuru seç, su akar yolunu bulur. Hayat kısa. Bak bindiğinden beri 10 tane telefon görüşmesi yaptın be kızım. Ne için???

Abi sen ne biçim insansın? Bu müzikleri nerden buldun? Bu nasıl taksicilik, gözlükler de janti?

‘Taksici değilim ki. O kocaman plazalardan birinde bir şirketin genel müdürüydüm. Ciro, hedef, satış, bütçe, büyüme oranları… Bir gün asansörde yığılıp kaldım. Hayatımın en uzun gecesiydi. Düşündükçe nefret ettim kendimden. Bana ait kararlar gibi görünse de neredeyse tamamı çevremi memnun etmek içindi. Ertesi gün şirketten ayrılma kararı verdim. 

Hani bazı dönemler vardır, hissedersin çürümenin içerden başladığını. Dedim ki ben bu gemiyi biraz kızağa alayım. İş stresinden kurtulup gözümü açmam ve kendime şöyle bir bakıp hasar tespiti yapabilmem tam 3 ayımı aldı. Eğitim hayatı, kariyer planlaması derken en güzel yıllarım gitmiş. Ne gereksiz, ne boş savaşlar vermişim. Şirketlere/patronlara para kazandırırken, parayla satın alamayacağın şeyleri kaybediyorsun. Akıl ve ruh sağlığı gibi…’

Ne modern zaman filozofları ne tıp dünyası çare bulamıyor bu yükselen yalnızlığa, bu çıldırtan hıza. Herkes çok entegre ama çok ta şikayetçi. Ayaklarımızdan zincirli gibiyiz asla tanımlayamadığımız arzu ve isteklerimize. Bazıları hayatta kalabilmek için, bazıları başka önemli(!) şeyler için.

Netice itibariyle yıllarımız ‘kariyer hedefli’ esaretle geçiyor. Motivasyon dozajımız da çok insani değil maalesef. Oyunlar artık fazla belden aşağı. ‘Dur yapma! Bunlar burada kalacak. Senin bu evrendeki değerini bunlar belirlemiyor.’ diyemiyorsun. Desen de pek anlayan çıkmıyor.  

Yol zaten çok dikenli, çok kirli, çok yıpratıcı… İnişler ve çıkışlar kimilerini eskitiyor, aşındırıyor, dejenere ediyor; kimilerinin de böyle gözünü açıyor.

Bildiğim bir şey varsa oda; bu uyanış ya da bu idrak yaşla, eğitim durumu ile, sosyo-ekonomik durum ve zeka ile ilgili değil. Tamamen kişinin algısı yani karakteri ile orantılı. Şahsiyetinde ve duruşunda hiçbir şeyi değiştirme gereği duymamış, hep etrafındakilerle ilgili gayri ahlaki manevralara kafa yormuş insanlara bir bakın. Ne bir inşaat var ne bir toz zerresi. Kafaları ne kadar net, cümleleri ne kadar kesin. Hiç mi kafan karışmadı senin bu hayatta kardeşim?

İnsanın içindeki inşaat bitmiyor hayat boyu. Düşüyorsun yükseliyorsun, tekrar düşüyorsun sonra bi daha yükseliyorsun.. Hep inişler bir şey öğretiyor, hep düşmeler eğitiyor. O dönemeçlerde oluyor ne oluyorsa. Yükselirken karşılaştıklarını bilemem ama düştüğünde gördüklerine dikkat et. Çünkü ne olursa olsun onlar gitmiyor bir yere, hep duruyorlar koşullar ne olursa olsun. Hepsi bir çekiç oluyor, çivi oluyor, sunta oluyor, demir oluyor; insanın kendini inşası bitmiyor hayatta.

Bu taksici abi düşüncelere saldı beni. İçimdeki sonsuz gibi görünen hayal kırıklıklarıyla boğuştuğum bir döneme denk gelmesi biraz talihsizlik. Kendime bile zor itiraf ettiğim yanlış kararlarım ve maalesef ki karşılaştığım profillerdeki ahlaki dejenerasyon yüzünden bir türlü planlayamadığım şeyler de son zamanlarda biraz fazla gözüme batmaya başladı. Mutsuz da değilim ama yani sanki bir şeyler 'olmadı' gibi geliyor bana. Tarifi yok maalesef. Bir çemberin içinde koşup duran sıçanlar gibi hissediyorum. Herkesin hayatında alınmayı bekleyen ve fakat hep ertelenen kararları vardır illa ki deyip kendi yakamdan düşmeye çalışıyorum. Ne yapayım?

Çok şeyyapmamak lazım belki de.  Neyse.. Ne diyorduk?
Hep inişler öğretiyor, hep düşmeler eğitiyor. O dönemeçlerde oluyor ne oluyorsa.
Evet kanatıyor, acıtıyor, yalnızlaştırıyor ama düşmek iyidir.
Ne varsa düşmekte var. İnşaata devam! 







Sen Güzeldin -Edit


12.08.2010
‘Yağmurlu bir Bursa'ya uyandık bugün. Penceremden içeri dolan mis gibi toprak kokusuyla açıldı uykum... Dışarıyı izledim, damlalar yüzüme vurdu. Bir yağmur damlasının yarattığı çağrışım, zihnin en küçük kıvrımlarını bile harekete geçirebilecek kadar güçlüyse, yaşamak gerçekten tehlikeli bir şey...

            Her yağmur yağdığında, üstü tozlanan sandıklarımdan baş edemediğim yaşanmışlıklarım, geçmişim ve kalbimi kıranlar çıkar gelir yanıma art arda...

            Gözleri çok güzeldi. Oldum olası renkli gözlü insanları itici bulan ben, O'nunkilere bakamıyordum heyecandan. Bakabildiğim zamanlarda da yapmadığım sakarlık kalmıyordu zaten. Keramet gözlerinde miydi, bakışlarındaki temizlikte miydi hiçbir zaman bilemedim... Kırılgan, hassas ve naif biriydi. Hayatımda ilk defa biriyle konuşurken dikkatli davranıyordum. O'nu incitmek en büyük kabusumdu...

            Tesadüfler zinciriydi tanışmamız. Hiç planlamadığım bir hayatta, planlamadığım bir şekilde çıktı karşıma. Hani hayatta herşeyin bir sebebi var derler ya, ben sebebini anlayamadığım bir biçimde aşık olmuştum. Onunla birlikteyken zaman hızla akıp gidiyor, gülmekten yanaklarım ağrıyordu. Nefret ettiğim bir şehri ya da hiç dinlemediğim yabancı bir şarkıcıyı sevdirecek kadar değerliydi benim için. Siz bir insanın göz bebeğinin hareketlerini sevdiniz mi? Ben sevdim...

            Çevremdeki herşeye inat O'nunla olmak istiyordum. Ne statüm umrumdaydı, ne kadınlık gururum... Sıkı bir vejetaryen olmama rağmen, iş çıkışı onunla fazladan bir kaç dakika birlikte olabilmek uğruna beni götürdüğü dürümcüye uçarak gidiyordum. (Eve gider gitmez yediklerimi çıkarmayı göze alarak) Aşk buydu işte. Nefret ettiğiniz bir şeyi onunla birlikteyken keyif alarak yapıyorsanız bu aşktır.

            Ayrıldı yollarımız. Yine hiç planlamadığım bir şekilde. O kadar üzüldüm ki... Günlerce hiç susmadan ağladım. Sanırım ruhu bile duymamıştır. O'nu aramamam için oldukça geçerli nedenlerim vardı. Arayamadığım için ağladım, ağladığım için arayamadım... Bu gel-gitlerin aylarca zihnimi meşgul ettiğini itiraf edebilirim. Canım çok acısa da hayatımdan O'nun rengini çıkardım ve şunu anladım ki, bir şeyi ne kadar çok istersen, o şey senden o kadar uzaklaşıyor...

            Aradan geçen zamana rağmen bazen yüzü aklıma geliyor. Bütün incinmişliğimle O'nu çok özlediğimi fark ediyorum... James Blunt'ın bir şarkısı var bilir misiniz?  'You're Beautiful...'

            Bu şarkıyı ne zaman duysam sarsılıyorum. Bulunduğum fiziksel gerçeklikten uzaklaşıyor ruhum... Dünyaya ait algılarımı yitiriyorum. Etrafımdaki herşey silikleşiyor... Çocuk seslerini, insanların gülüşmelerini duyamıyorum. Baktığım yüzler kayboluyor. Kontrolsüz bir şekilde etrafıma duvarlar örüyor, içimdeki mabede sığınıyorum. Sonunda kendime yenilip ağlamaya başlıyorum.

            Kalın çerçeveli kocaman gözlüğümün arkasına saklanıyorum genelde. Yakayı ele verdiysem başka şeyler uydurup söylüyorum çevremdekilere. Beni, aslında bana ait olmayan acılar için teselli etmeye çalışıyor yakınlarım. Başımı sallıyorum sadece. Daha da acıklı bir hal alıyor herşey...

            Utanıyorum... Hem de çok utanıyorum... Korkuyorum bu acizliğin üzerime yapışmasından... Güçlü görünme çabamı yüzüme gözüme bulaştırmanın mahcubiyetine teslim oluyorum. Nihayetinde gözlerimle davalık olduk...

            Büyük ihtimal O'nu ömrümün sonuna kadar bir daha görmeyeceğim. Şimdilerde ise en çok neye üzülüyorum biliyor musunuz?

            Keşke O'na ne kadar güzel olduğunu,
                                                   bir kez daha söyleyebilseydim.’

8 Yıl Sonra Gelen Edit : Bilenler bilir, bu yazı 2010 yılında hayli ses getirmiş, hiç tanımadığım bir çok insandan salya sümük onlarca mesaj almıştım.. Ben bu yazı sayesinde 2010 yılında 2 yerel, 1 ulusal blogger/yazar/yazı ödülleri aldığımı ve sayısız söyleşiye davet edildiğimi söylemiş miydim? Sanırım tam da bu yüzden bir şair;  ‘asıl acılarını sevmeli insan’ diyor.

Acılarının, nasıl kapılar açacağını, hangi kıyılara gidebileceğini ve ancak onlardan bir şeyler öğrenebileceğini kendi başına kestiremiyor insan. (Umutlarını da yine sadece onlara teslim edebilirsin.)

Dönüşümler, yolculuklar, mutluluk arayışları, tesadüfler, fotoğraflar, ilişki denemeleri, bolca sevinç ve dostlukla geçen 8 koca yıl geçti aradan... Başka birine dönüşme sürecimin kolay ve acısız olduğunu iddia edemem elbette.

8 yıl boyunca muhtelif zamanlarda görüştük Yeşil’le. Bana yeni kitaplar verdi, ilkini de zaten hiç ayırmamıştım yanımdan, hiç bilmedi. O hep güzel baktı, ben de yine uzun süre göz teması kuramadım. Bazı şeyler anlatılamıyor ki..

Devamlılık gösteren ve adını koyamadığımız başka şeyler de vardı. Oralı olmadık.

Ben her defasında O’nun derinliğini ölçmeye niyetlendim. O da her seferinde bir öncekinden daha çok acıttı. Kırıp döktü.. Hakkı olmayan bir şeyi ele geçiren her canlı gibi o da düşüncesizdi. Tahmin ettiğimden daha yakındı yüzeye malesef.

Geçenlerde konuyu/tarihsel sürecini bilen bir arkadaşım sordu; ‘gerçekten elinden geleni yaptın mı Bahar?’ 
......
Biz seçimlerimizi yaptık.
Artık bundan sonrası seçimlerin sonuçları olacak...

Bu da bu aralar Galata etrafında dolanırken kulaklığımda çalan ve 8 yıl sonra tekrar bu yazının başına geçiren/bu editi yaptıran şarkı.. 
City of stars...
Are you shining just for me?



Herkes İnsan Olamaz


Selamünaleyküm.
Selam ve merhaba ile ne oldu? Safımıza, duruşumuza, prensiplerimize sadık kaldık ta ne oldu? Bundan sonra böyle. Sistemin adamı olmaya kara verdim. İnanmanın yobazlık, Atatürkçülüğün dinsizlik anlamına geldiği sistemin.

Sadakat, karşılıksız olduğunda gayet salakça/anlamsız bir duygu. Prensiplerime ve kendime duyduğum sadakatin karşılığı gerçekten çok leş bir his çıktı ne yalan söyleyeyim.  Ben duruşuma sadık olayım, o bana zarar versin? Yok öyle yağma.

Fazla kasıp uzatmayacağım bu yazıda. Küçük küçük diyeceklerim var sadece.

Babam, 'herkes insan olamaz kızım.' derdi. Uzun yıllar insan olmaya çalışmakla geçti, şimdi ise insanlığımdan uzaklaşmak, beşeri vasıflarımı törpüleyebilmek için kendimi eğitmeye çalışıyorum. Ne için? -Kendimi koruyabilmek için. Ne için? -Üzülmemek için.

Bu dünyada salak olacaksın, başka türlü konforlu ve acısız bir hayat mümkün değil. Çünkü kötü insanlar/kötü şeyler/içinde 'kötülük' barındıran herşey; son derece azgın ve cesur. Buna tepkisiz kalabilek ya da etkilenmemek için de salak olmak lazım. Başka türlü mücadele etmekten hayatın tadını çıkarmaya fırsat bulamamış zavallılar olarak geberip gideceğiz gerçekten. (aksini bilen varsa beni aydınlatsın bi zaamet, müşkül durumdayım)

2018 çılgın bir kitap/film/müzik yılı olarak başladı. Delirmiş gibi film izliyorum. Kadıköy sahaflarıyla kanka olduk. Gece, gündüz, vapurda, çay bahçesinde, sahilde.. Sürekli okuyorum, müzik dinliyorum. Ağzım burnum çok üşüyor.

Bu ara eskiye dönüş var mabedimde. Neden bilmiyorum, mağarama girip girip Bülent Ortaçgil dinliyorum. Gece Yalanları ne şarkı ama di mi.. Üniveriste yıllarında dinler dinler bu adamla evlensem nasıl olur acaba diye salak düşüncelere dalardım. Bülent Ortaçgil gibi adamlar hayal ettik, hıyar gibi 'kısmetlerle' vakit kaybettik. Acaba diyorum zeka dediğimiz şey zamanla güçlenen, dönemsel olarak ta yavaşlayan ya da duran bir kavrama yetisi mi?

Mesela rahmetli babannem de bu işin tamamen parayla ilgili olduğunu iddia ederdi. Bi keresinde bana demişti ki 'insanın fakirken kafası da çalışmıyor yavrııımm..' Canım benim :) (En büyük felaketin fakirlik olduğu zamanlarda yaşamayı ne çok isterdim. Düşünsene, herşey yerli yerinde, dünya manyaklarla dolmamış, televizyonların üstüne danteller örtülüyor, şeref/haysiyet insan bedeninde karşılık buluyor, sokaklar herkes için emniyetli, 3 yaşındaki çocuğa hallenen o.ç.ları türememiş, sevdalar mis gibi.. Ama işte para yok.. Ben varım!)

Eylemsel mutluluk diye bir şey var, dönüp dolaşıyor sürekli kafamda. Paylaşımı bol, hazzı yüksek şeyler olduğunda netleşebildim sadece. Nasıl çeşitlendirilebileceği konusunda biraz daha düşünmeye devam edeceğim.

Bu hayatta başarılı olabilmeniz için önce karar verebiliyor olmanız lazım. Kararsızlık kadar lağım kokan bir şey yok. Kötü de olsa bir karar veremiyorum bu aralar. Ne yöne gitmem gerektiğini bilmiyorum, kestiremiyorum. Herşey olabilirmiş gibi geliyor, sonra da hiçbir şey olmayacakmış gibi bir hisse kapılıyorum. Garip bir evre.


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Blogger tarafından desteklenmektedir.