Haklı Olsan Kaç Yazar Ki Hem?

01:05 Bahar ERGÜL 3 Comments



Bok gibi her şey.

Ne mutluydum oysa ki uzun zamandır. Ne kadar yolundaydı  hayatım..
Birden bire oluverdi hem de… Her biri başlı başına birer travma olan bir sürü şey… Göçük altında gibiyim.
Avuçlarımdan akıp gitti beni anlamlı kılan en varsa.. Belki hayat, yerlerine yenisini koyacaktır sonra? Belki böyle olması gerekiyordur, bilmiyorum. Zihnim karma karışık. Ayıklayamıyorum hiçbir şeyi, iyi, kötü, gerekli, gereksiz… Hiçbir şeyden emin olamıyorum ve hiçbir şeye bir anlam yükleyemiyorum bu yüzden. Kim haklı, kim haksız? Gözyaşların yüreğinin en kuytu yerinden geliyorsa, uykularından hıçkırarak uyanıyorsan.. Yani hasar çok derinlerdeyse.. Haklı olsan kaç yazar ki hem?

Sadece uyumak istiyorum. Hiç uyanmadan.

Bir süre çalışmayacağım. Kendimi iyi hissedene kadar en azından.
Bursa’ya geldim. Babama sarılmak için. Sadece sarılıyorum sıkı sıkı. Kızım neyin var? diyor. Anlatamıyorum… Geceleri çok ağladığımı sabah şişmiş gözlerime baktığında anlıyor zaten.. Susması daha çok acıtıyor. Deşmek istemiyor. Nelerin altında ezildiğimi bilmek istemiyor belki de.

Çok yalnızmışım ben. Daha önce fark etmemiştim hiç.
Bir de işler yolunda gitmeyince arazi olan insanları keşfettim bu aralar. Dostmuşuz gibi davranıp, menfaatleri bitince yok olan insanları seçmeye başladı gözlerim...
 
Herkesin içinde bir çocuk vardır ya hani? O başımıza bela olup, bizi yetişkin kabuğuna hapsetmeye çalıştıklarında çıngar çıkaran afacan çocuklar... Bu ara benimki tepine tepine ağlıyor. Bir avuntu bulmaya çalıştıkça çığlık atıyor. Hiçbir zaman normal bir davranış sergilememişti zaten. Bu yüzden vazgeçtim.

Hayatımdaki her şey kontrolümden çıktı. Belki bu mağlubiyet duygusunun sebebi budur dedim kendime, kontrol manyağı olduğum için.. Epey kafa yordum ama cık... Onla ilgili değil.. Benim varlığımın hükmü kalmamış. Pek yaşıyor gibi hissetmiyorum, sadece nefes alıp veriyorum. O da sıkıntılı zaten.

Geceleri çok zor oluyor. Erkenden uyumaya çalışıyorum ama ne mümkün. Kaçtığım, unutmak istediğim ve en çok ta özlediğim her şey canlanıyor. Birinin sesini duyuyorum, birinin yüzünü görüyorum, biriyle gezdiğim bir sokağın çok alakasız bir yerde fotoğrafını görüyorum, -eski- işyerimden biri mesaj bırakıyor... Aklıma sahip olmam gerek diyorum delirmenin çizgisine çok yaklaştığımda…

Sonra güzel hayaller kurmaya çalışıyorum gözlerimi kapatıp. Aklım durmuyor, taarruz hız kesmiyor.. İnsanlar neden bu kadar kötü? Neden bu ikiyüzlülük… Prensipli bir insan olmak neden bu kadar ağır bir yük?  

Yerine koyulamayacak şeyler kaybettiğimi söylüyor içimden bir his. Güvende hissetmek... Huzurlu uyumak... İnanmak gibi... Üşüyorum sonra.

Muhteşem bir hızla kilo vermeye başladım. Sadece kahve içiyorum bir de günde 2 paket sigara. Banyo yapmak istemiyor canım. Aynaya da 4 gün önce baktım galiba. Muhtemelen çirkinlikten yıkılıyorumdur. Maniküre de gitmiyorum. Tırnaklarımı ve kenarlarındaki etleri yemekten dolama olacak yakında parmaklarım. ‘piyanist parmağı gibi maşallah’ derdi annem hep. Görmezlikten geliyor böyle zamanlarda.. Ağzını açıp bir şey söylese dağılacağız çünkü ikimiz de.
Her şey yolundaymış gibi davranınca herşey yoluna giriyor mu?

Biri alsa beni..
Kimsenin olmadığı bir yere götürse. Ben de rahat rahat küfredip ağlasam..
Hiçbir şey sormasa.


Bu gece bu şarkıyı dinleyerek uyumayı deneyeceğim.. İşe yarar umarım...

3 yorum:

Engel Sizsiniz !

11:17 Bahar ERGÜL 0 Comments




Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü...

Müslüman bir toplum olduğumuz için tabi ki Avrupa'dan daha iyi biliyoruz biz bu işleri. Vicdan, merhamet, Allah korkusu filan... Elin gavurunun bizden daha iyi bilecek hali yok tabi ki. Zavallı Avrupalılar.

Fakat nedense bu ara Müslümanlar da pek bir dünya işlerindeler. Malum 7 gün 24 saat kesilecek ağaç listesi hazırladıkları için, devlet erkanın engelli insanlara ayıracak bütçeleri ve zamanları yok maalesef.. Hiçbir zaman da olmadı, görünen o ki korkarım olmayacak... Ağaçlar bitmedi çünkü... Son fidan da residance olursa İnşallah maşallah...Belki ! 

Bir de bir kol saati parası çıkarsa olur bu iş!

Halbuki.. Bizim dinimizde aslında tartışma götürmeyecek sınırlarla çizilmiş olmasına rağmen bir çok şey... Nasıl da gelişigüzel yaşıyoruz değil mi?? Sosyal adalet ve yardımlaşma üzerine ayet ve hadisleri bu kadar net ve diğer dinlere göre tartışmasız daha duyarlı bir kutsal kitabımız varken...

Utanmıyoruz hiç...

Bir sonraki nefes ne getirecek, bir sonraki adım nereye götürecek bilmeden yaşıyor olmak zaten başlı başına bir duyarlılık nedeni olmalı aslında değil mi?

Ama değil! Olmadığını da görüyoruz zaten.

İş çığırtkanlığa geldiğinde mangalda kül bırakmayan bizler, icraat söz konusu olduğunda nedense 'çok yoğun'uz.  Hadi onu da geçtim. Günlük hayatın neresinde duruyor peki yere göğe sığdıramadığımız duyarlılığımız?

Neden engellilere ait olan asansörü kullanıyorsun?
Neden onlara ait park alanlarını gasp ediyorsun?
Toplu taşıma araçlarında 'yok sayılmalarına' neden sesin çıkmıyor?
Neden onu da toplumun bir parçası olarak görmeyi denemediğin gibi, iğrenç ve acınası bakışlarla taciz ediyorsun?

 
Dilinin söylediğini bedenin niye inkar ediyor? Sebep ne bu saygısızlığa? 
 
'Defosuz' olarak yaratıldın madem, en çok senin sahip çıkman gerekmez mi bir tarafı hüzün kokan yüreklere...?

İnsan olabilmek bu kadar zor mu... Bu kadar zor mu yarın aynı şeyin senin başına gelebileceğini kestirememek... Empati yapabilmek...

Ben şimdi yazdım ya bunları..

Sen yine Cuma namazına giderken arabanı da tekerlekli sandalyeler için ayrılmış alana park etmeye devam et olur mu? Beynindeki  'engel' lerin kalkacağı yok nasılsa..

0 yorum:

Kim Ne Feda Edebiliyor?

18:37 Bahar ERGÜL 0 Comments


Hüzünlü bir kalem benim tercihim olmadı hiçbir zaman..

İstedim ki eğlenceli ve kikirdek cümleler dökülsün kalemimden. Okuyanlar kahkaha atsın, çok komik hatun be diye konuşsunlar.. Kelimelerim desibeli yüksek birer kahkaha olup yayılsın...


Ama olmadı.
Gerçekten uğraştım okur.
Olmadı.


İçinizde kelebekler uçuşturamadığım için özür dilerim. Özür dilerken, bu 'takıntılı' (bir okurun tesbiti) hallerimi sevenlere teşekkür ederim. Siz yüreklendirmeseydiniz bu kelimeler burada olmayacak, annem karaladıklarımı bir deli olduğumu da ilave ederek yine çöpe atacaktı büyük ihtimal.

'İçi-dışı bir insan' olmaya çalışırken yıllar harcadım galiba. Ne demekse! İnsanın içiyle dışı bir olur mu hiç?
Toplumun yaptığı bir çok şeyi beceremediğim gibi bu da bir başarısızlık olarak yer aldı sicilimde. Onu da beceremedim çünkü.

İnsan içinde çelişkilerle yaşamaya görsün. Neşem ve kahkahalarım günlük hayatımı bir an bile terk etmezken, gece olunca... Bir kambur beliriyor bedenimde. Çırılçıplak aynaya bakar gibi, utanç içinde bakıyorum yaralarıma. Dünyanın en kırılgan insanı oluyorum, sırça ruhum hortlayıveriyor. 

Uzun zamanlarımı, birinin beni sevmesini dileyerek geçirdiğimi daha önce itiraf etmemiştim. Belki kaşarlık, belki olgunluk bilmiyorum ama bir eşik var hayatta. İnsan o eşiği atladıktan sonra kendisini tüm boktan detaylarıyla kabul ediyor sanırım. (bu arada eşik deyip geçmeyeceksin, kelleyi bırakan, aklını yitiren var orada)

Evet, uzun yıllar sevilmekti tüm derdim, kendini sevmeyen her insan gibi...

Öyle zannedildiği gibi aile sevgisi eksik kalmış, yaşadığı ortamda şiddet görmüş ya da buna şahit olmuş, toplumdan soyutlanmış, sosyal ilişkileri başarısız bir tip değilim. Neden böyle bilmiyorum. Yakınlarda bir dostum bu konuya 'sevme ihtiyacı' diye bir açıklama getirmişti?
Ben sevmek ve sevilmek gibi kavramların etrafında bir hayatı harcamışken, kaderin cilvesi olsa gerek hep aşk'tı yüzüme bakan!

Ya aşıktım ya da değildim.
Sevmedim hiç!


Bu yüzden yakalayamadım hayatımda adına  'istikrar'  dedikleri o kahrolası şeyi. Ya en tepedeydim, ya en dipte. İlişkilerimde bir süre sonra yaşadığım tahammülsüzlüğün de bu noktadan doğduğunu geç keşfettim maalesef. 

Karşıma çıkan insanları değerlendirirken temel parametrem hep bu oldu istemeden. Kim ne feda edebiliyor?

Ayakları yere basmayan hayallerim birer birer yıkılırken de ders olmadı bana hiçbir şey. Hiç akıllanmadım. İstemedim de bunu. Günlük hayatta son derece idealist, mantık abidesi ve  'çok akıllı kız maşallah'  dursamda.. İçerde işler böyleydi. Kurtaramadım kendimi o tehlikeli rampadan. Ya aşık olacaksın ya da defolup gidecek, hiçbir hayatta kalabalık etmeyeceksin. Hunharca gelebilir ama değil.. (senin işine gelmiyordur belki)

Biliyorum ki aynı naneyi yiyen bir ben değilim.
Aşk evliliği yapan arkadaşlarım bir zaman sonra, evi ve arabayı paylaşırken de bu yüzden şaşırmadım hiç. Tanırım çünkü aşk'ın kibrini ve küstahlığını. İnsanları 'aslında' hiç olmadıkları 'şey'lere dönüştüren, bir müddet bu modda kalmalarını sağlayan ve bir sabah aniden defolup giden.. Kalanları serseme çeviren bir şey varsa o da aşk' tı.

Sevgi'yi aşkın devamı gibi algılayanlara ne mutlu diyorum epeydir! Allah onlara acayip güzellikler versin. Yok efendim önce aşık oluyomuş ta, sonra da sevgiye dönüyomuş ta, sonra da saygıya... bla bla bla... Mübarek, az daha zorlasan evrim teorisine dalacak.

Gerizekalı mısın?
Annemle babam 30 yıldır aşkla bakıyor birbirine, sen yüzgöz olmayı 'aşkın sevgiye dönüşmüş versiyonu' olarak algılıyorsan git kendi kapının önünde oyna.

Ne çok şey birikmiş!
Kimseyle konulmaya tenezzül etmediğim için mi acaba?


Bir de benim gibi vakalar var tabi!
Yalnızlığına aşık olup ademoğluna tepeden bakanlar...


0 yorum:

Kaldırıcaz Biraz Popomuzu

20:06 Bahar ERGÜL 1 Comments

Şu yaşıma kadar başıma neler geldi bir bilseniz. Arkadaşlarımdan yediğim kazıklar, aşklarımın verdiği dersler, üç kuruşun hesabını yapan yaratıkların entrikaları ve iş hayatında katlanmak zorunda kaldığım insanlar...

Eminim birçok insan benzer hikayelere sahip ve belki de çok daha kötü yara izlerine. 'Her insan bir dünyadır kızım, kimin ne yaşadığını bilemezsin' demişti babam. Öyle olmasına öyle de.. Esas olan kimin ne yaşadığı değil bence. Nasıl savaştığı?

Tercihlerimizdir böyle zamanlarda duruşumuzu gösteren.

Solucanlar gibi sadece nefes alıp vermek te olabilir seçimimiz, Amazonlar' a havlu attırmak ta. Yılgın birer sürüngen gibi köşelerimize çekilip, hayatımızın geri kalan kısmını 'seyirci koltuğu' nda geçirmek istemek te bir seçimdir, ölene kadar mücadele etmek te. Karar sizin. 

Her insan hayatına değer katmak ister, aldığı nefesin bir anlamı olsun ister. Neden otursun ki seyirci koltuğuna? Hiç olmaması gereken insanlar sahneye çıksın diye mi? O zaman şikayet etmeyeceksin, kadere lanet okumayacaksın. Sen ne yaptın diye sorarlar adama...

Hızlı değişimleri sevmedim hiçbir zaman ama unutmamalı ki insan sürekli dönüşen ve kendi içinde dinamizmi olan bir yaratık. Garip duygular doğurdum ben de kendimi dinlemek için yalnız kaldığım zamanlarda.

Mesela eskisi kadar umrumda değil hayat. Dünyalar başıma yıkılmıyor artık işler yolunda gitmediğinde. Bir yolunu buluyorum yaşamanın. Depresyon kelimesi komik gelmeye başladı artık bana. Hayat her zaman sandığımız kadar acımasız değil, bazen biz büyütebiliyoruz olumsuzlukları.

Sakın bu satırları okurken, muhteşem bir hayatım olduğunu zannetmeyin. Tam tersine! Bu sıralar hiçbir açıdan mutlu değilim. Herşey üst üste gelmeye başladı, farklı konularda sınandığım zamanlardayım. Nefes bile aldırtmayan sıkıntılarımla ayakta kalmaya çalışıyorum. Rüyalarımda bile rahat yok desem inanır mısınız?

Ama korkmuyorum. Eğer sonunda ölüm yoksa umrumda bile değil. Birisi canımı mı sıktı? Tekrarlama şansı vermiyorum konu kapanıyor. Başıma kötü bir şey mi geldi? Dizlerimi dövüp gözlerim kızarana kadar ağlamıyorum. Ne yapabilirim? Nereden başlamam lazım? diyorum ve yürümeye devam ediyorum.

Ha bir de şunu öğrendim; korkaklara hayat da iyi davranmıyor. Biraz kaldırıcaz popomuzu. İnsanlara değil amaçlara göre atacağız adımları biraz. Kimseyi hayatın merkezine almak altın kural galiba?

 
Korkusuzluk, deliliğin yarısıdır. Ben size söyliyim. Kayışın gerçekten attığı bir nokta var. Eğer benzer bir durum varsa tadını çıkarın. Ve unutmayın, kimse indiremez sizi o zirveden : ) 

Bu, sonradan kazanılan bir  'savunma mekanizması'  durumu değil şahsen bende. Hiçbir zaman korkmadım. İlkokuldayken de arkadaşlarım arkamdan deli derdi, 29.yıl biterken de bu sonuçtan kurtulamadım.

Küçükken babamın başına bela olmuştu bu korkusuzluğum. 'Bu çocuk beni öldürecek'  diye beni arkadaşlarına şikayet ettiğini hatırlıyorum. Aynı şekilde annemin de  'bilmiyorum ki kime çekti'  dediğini de...

Halbuki iyidir korkusuzluk... Korkaklığın ağırlığına bakıldığında...

1 yorum:

Paranın Kerameti

13:16 Bahar ERGÜL 4 Comments


Dünyanın değişmez kuraları var. Bazıları çalışır ve sömürülür, ‘sistemin insanları’ ise büyük paralar kazanır. Hiçbir siyasi duruşu ve dünya görüşü olmayan, menfaatleri için kenarda durmayı tercih edenler her zaman kazançlı çıkar. Seyirci koltukları onlar için en emniyetli alanlardır. Bu insanlar kazanmasa bile, en azından zarar görmez. Tek bir amaçları vardır çünkü;  ‘zarar etmemek’. Aslında sisteme de inanmıyorlar. İnandıkları tek bir şey var, o da para.

Çünkü onlara göre, parası olmayan insan ezilip yıpranır hayatta. Ve parayla çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur. Bu yüzden her koşulda önce kendi cebini düşünmelidir kişi hayatta. Siyasi iktidarlar, ekonomik politikaları ve ülkelerin ekonomik verileri ne olursa olsun, onlar sadece kendi banka hesaplarını düşünürler. Ve sürekli değişmekte olan stratejilerin/sistemin onlara vereceği zararı ya da sağlayacağı katkıyı en ince detaylarına kadar hesaplarlar. Bazen çevresindekileri kırıp inciterek maalesef... Hatta tehlikeye atarak!


Bir bakıma çok ta haklılar. Zaman zaman düşünmüyor değilim. Bu zamana kadar muhalif bir duruşum olmasaydı ve bende mevcut koşullara jet hızıyla entegre olabilseydim, ekonomik standardım bu mu olurdu acaba? Kaç tane iş görüşmesinde boynumdaki dövmeden dolayı elendiğimi bilmiyorum mesela. Ya da ekonomik olarak benden çok çok çok daha iyi durumda olan bazı arkadaşlarım, içtikleri çayın parasını  -sürekli-  bana ödetiyorsa bunda benim hiç mi suçum yok?

Ha umrumda mı? Vallahi değil.
Çünkü hayatımın tek gayesi para değil. Para bu. Burada kazanmazsam başka bir yerde kazanırım. O muhterem arkadaş ta 2 çayı kar zannediyorsa zaten geçmiş olsun. Bu yüzden onursuzlaşmaya değmez. Öldüğümüzde ne kadar zengin olduğumuzu konuşmuyorlar arkamızdan. İnsanlara ne kadar faydalı olduğumuz önemli. İnsanlar için ve Tanrı için..

‘Para bir araçtır’ der babam.
Hayatta kalmak için. İhtiyaçlarımızı karşılamak için. İnsanlara yardım edebilmek için. Mutlu olmak için…

Para bir araçtır.

Tabi ki bu, bizim gibi basit insanlar için geçerli. Basit şeylerle mutlu olan insanlar için... Babam basit bir insan mesela. Hayattaki tek amacı kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek. Ben küçükken hayal kurardık babamla. Eğer bir gün zengin olursak ne yapardık? Ben bir oda dolusu oyuncak isterdim. Babam ‘oyuncaklarını da paylaşmalısın kızım’ derdi. O zamanlar gıcık olurdum, meğer ne değerli bir erdemmiş paylaşmak...!

Anlayamamışım. Hayattaki en büyük zenginlik ‘paylaşma duygusu’. Ne kadar zengin olursan ol, eğer paylaşmıyorsan hiçbir kıymeti yok. Müslüman geçinen servet sahipleri de bilirler ki dinimizde bir hadis var;  ‘Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.’

Hande bi keresinde demişti ki ‘Zengin olmak başka bir şey, bir insanın gönlünün zengin olması başka bir şey Bahar…’ Aynen öyle. Bazı insanlar para için yaşıyor. Bu da bir seçim ve bu da bir duruş sonuçta, eleştirmiyorum. Ama keşke şunu hatırlayabilseler; sadece kendini düşünen insanlar yalnız ölür.

Ha şunu da söyleyebilirsin ;
Kolumda pahalı bir saat, elimde pahalı bir telefon, evimin garajında çok pahalı bir arabayla yaşadıktan sonra yalnız ölsem ne olur? Dünya üzerinde geçirdiğim vakti senden çok daha kaliteli yaşadıktan sonra yalnız ölsem ne olur?

Ben sana söyleyeyim. Şu olur; bankadaki bütün paraların bir süre sonra devlete kalır. Parasını yiyememiş, evlatlarına bırakamamış, kadınını bile mutlu edememiş bir insan olarak bu dünyadan göçüp gidersin. Seçim senin.
Dünya üzerinde 30. yıl bitti. (çok takılıyorum bu 30 mevzusuna)
Tek bir derdim var; kimseye zarar vermeden yaşamak. Kimseye yük olmadan nefes alıp verebilmek. Zaten hayat çok kısa. Bu kısacık süreyi de saçma sapan hesaplarla harcamak istemiyorum. Param varsa iyi standartlarda yaşıyorum, yoksa kötü. Bu kadar net.

Ne zengin bir koca bulmak umrumda, ne de yöneticimin maaşıma ne kadar zam yapacağı.
Birisi bana  -bedava-  çay söyleyince mutlu olmayacak kadar iyi durumdayım en azından.

İyi pazarlar...

4 yorum:

Kimse Kırmızı Rugan Ayakkabı Almıyor Mu Çocuğuna?

11:31 Bahar ERGÜL 0 Comments





Ürperiyorum çocukluğumun bayramlarını hatırlayınca ben…

Özlemler ve içimi burkan  ‘eksikler’ tahammül edemediğim sınırlara ulaşıp,
burnumun direğini kırmadan gelmiyor çünkü. Annemin sabahın köründe acıta acıta
topladığı altın sarısı buklelerimi özlüyorum. Yaşlandı anneciğim..


Etten nefret ederim. Ama her Kurban Bayramı’nda babaannemin kavurmasının
kokusu gelir burnuma. Ne seramoniydi ama… Umarım gittiği yerde iyi
davranıyorlardır O’na.


Zaman acımasız. Vakit sandığımızdan daha az..

Ellerini öptüğümüz insanların bir kısmı yaşamıyor artık.

Giydiğimiz bayramlıklar tedavülden kalktı. Yıllar oldu bir kız çocuğunda, kırmızı,
rugan ve bilhassa fiyonklu ayakkabı görmüyorum.. Halbuki ki ne muhteşem bir
duygudur o!


Elini öptüğümüzde fındık, lokum, bozuk para verenler yok artık… Kalanlar da torun isteyip sinir ediyor zaten.

İnsanların Amsterdam’dan… Londra’dan..  Kısacası ‘tatilden’ attığı bayram tebrikleri
ürkütüyor beni. Hem de çok..


Kimse kırmızı rugan ayakkabı almıyor mu çocuğuna?
'Bununla mutlu olacak çocuk mu kaldı Bahar Hanım?'  diye yorum yazıp beni kahretmeyin olur mu?

Bu yüzden karışmıyorum insan içine bayramlarda. Herkeste bir
organize olup ‘kaçma’ hali.


Ben kalmaları seviyorum bayramlarda..

Sürekli gitme hali terk ediyor beni. Bayram geliyor çünkü!
 


Yayınladığım video bu ara etrafında döndüğüm bir şarkının.
Beni alıp geri dönmek istemediğim yerlere götürüyor… Belki sizi de götürür…

İyi bayramlar! 

0 yorum:

Bir Ben Miyim ?

09:42 Bahar ERGÜL 0 Comments

Yazı yazmanın en zor tarafı nedir diye sorsalar, ilk cümleye başlamak derim. Hoş! Cümle kurmak bile büyük lüks benim için şimdilerde ya, neyse ki bozuntuya vermiyorum.

Yutkunmak, nefes almak ve zorlayarak ta olsa gülümsemeye çalışmak korkunç birer yükken, hiçbir işin yokmuş gibi sen kalk içindeki cehennemi tarif etmenin derdine düş? Kime neyi ıspatlamaya çalışıyorsam? Kendi artistliğimden de gına geldi  artık.

Bildiğim tek şey, her düştüğümde bir müddet yerde kalmayı (bile isteye) tercih ettiğim. Bunu neden yaptığımı da düşünüyorum tabi. Manyak değilim sonuçta. Bulduğum cevaplar hepimizi ilgilendiren cinsten sevgili okur. Bundan sebep peyda oldu bu yazı huzurlarınıza.

Ben derim ki, yaşanan çatışmanın şiddeti ya da ruhtaki tahribatın boyutu ne olursa olsun yaralar tamamen iyileşmeden insan içine çıkmamalı. (Herkes gibi ben de kendi parametrelerime göre estiriyorum, sen istersen başka bir yol da denersin)

B.ktan şeyler yaşıyorsan eğer, tam anlamıyla öyle olmalısın. Bağırsaklarına kadar inmeli o acı. Canın beş karış suratla mı gezmek istiyor? Gez! Saçını taramak dünyanın en büyük işi mi? Tarama o zaman. Çünkü göreceksin daha sonra içinde kıyametler koparken, iyiy-miş gibi görünmenin bir işe yaramadığını.

'Pozitif düşünme' furyasının yarattığı sektöre ve evrene pozitif enerji gönderirken idiota dönen insancıklara bakınca mutsuz ve depresif hallerim nedense pek bir sevimli gelmeye başladı bana? Samimiyetsizlik saç diplerimize kadar inmiş. Ne iğrenç.. 

Bir acın, sıkıntın, derdin varsa kalbinin bir köşesinde hissettiğin, onu dibine kadar yaşa. Zaten vadesi dolunca kendisi defolup gidecek, acele etme.. Sen ne kadar pozitife bağlarsan bağla, hiç olmadık bir zamanda, hiç olmayacak bir yerde hortayıverir o yok-muş gibi yaptığın şey.

Burun buruna gelirsin kendinle. Ne olacak o vakit? Ne kadar sıvışabileceksin?

Son 3-4 aydır kimseyle konuşamadığım zamanlardayım.. Tüm sevdiklerimi erteleyerek dostlarımı küstürerek içime kapandığım zamanlarda. Bütün günahlarımla yüzleştiğim ve bundan sonraki süreçte kimseyi iplememem konusunda kendime söz verdiğim zamanlar... Etrafımdaki herkesi tekrar konumlandırmaya çalıştığım, konumlandıramadıklarımı ise hiç düşünmeden çöpe attığım zamanlar... 

Tek bir soru var aklımda; Bir ben miyim değerlerimi zor durumda kalmadan gözden geçirme zahmetine girmeyen? Bir ben miyim canı yanmayınca doğruyu bulamayan? Akıllanmayan??

Ağır bedeller ödetiyor bazen hayat. Ne kadar dik olursan ol kırılıyorsun bir yerinden. İstediğin kadar aslan kesil, bir  'şey' gelip dürüyor defterini. 

Çok düşünceliyim okur.
Canım acıyor.


Herkes kendi parametreleriyle asıp kesmeye başladığından beri içinden çıkamaz olduk bu işlerin.. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Kuyruklar dik! (Kuyruğuyla boğmak istediğim insanlar var.)

Kendime olan inancımı sorguladığım ve uzaylı gibi gezdiğim günlerden biri daha bitti. Böyle zamanlarda dizine yatırır severdi annem. 'Herşey insan için Bahar'ım..'

Benden baharlar giderken... Herşey insan için anne..
Ben ayağa kalkarım kalkmasına da..

Ya sonra?

0 yorum:

Yağmurlar Yağıyor İçime

09:40 Bahar ERGÜL 0 Comments

Sinirlerim alınmış gibi bu ara.
Ne kahroluyorum acıklı bir hikayeye rastladığımda, ne de küçük bir tebessüm uğruyor yüzüme. Hiçbir şey hissetmiyorum ve yine HİÇBİR ŞEY umrumda değil.
Boşluk. Sadece simsiyah bir boşluk var içimde.

Ölmek ne tuhaf şey!
Kötü şeylerin hep uzaklardaki insanların başına geldiğini sanıyoruz. Hayatın keşmekeşine dalıp günlük rutine devam ederken bir bakıyorsun evdeki koltuklardan biri boşalmış. Yağmurlar yağıyor içime...


Babannem terk etti bizi... Uzun zamanların savaşçısıydı. Yıllardır yaşadığı sağlık sorunları, bakıma muhtaç hale getirmişti onu. Yoruldu...

Adını koyamadığınız duygularınız oldu mu sizin de?
Hiçbir yere sığmayan acılarınız?
Cümle kuramadığınız oldu mu 'başın sağolsun' dediklerinde?


O 'büyük' savaşlarınız ve 'muhteşem' ödülleriniz dolduramadığında o kara deliği, kendinizi nereye attınız?

Tüm hücrelerimi esir almadı elbet bu hüzün. Lakin... Kalan kısmım iş görmüyor. Umursamıyor dünya üzerinde olan biteni. Hiçbir işe yaramıyor bedenim.
Zihnimde muazzam bir kaos!
 

Dönemsel menfaatlere endeksli iğrenç karakterler, kıskançlığın hapsinde şuursuz yaratıklar ve eninde sonunda hırslarının kurbanı olan yüzlerce kaybeden...

Neyin savaşı bu?
Neyin kavgası?


Tehlikleli sulardayım okur. Böyle bakınca anlamsızlaşıyor herşey, değersizleşiyor. Bırakıyorum hayallerimi bir kenara usulca. Yaramazlık yapmış çocuklar gibi tüm vazgeçişlerim..

'Kızım boşvermişliğin de bir derecesi olur' diyor bir dost. Herşeyini boşvermemeli insan? Kariyerini, eğitimini, sosyal hayatını, arkadaşlarını... Önce kendini!

Boşvermemeli.
Bir 'şey' lazım bana!
 

Ayağa kalkabilmem için bir 'şey'.
Kahkaha atabilmem için... Bir 'şey'.


Ayraçlarını koyduğum yerden devam etmem lazım kitaplarıma. Hakan Günday mesela... Kim bilir evin hangi köşesinde.. James Blunt'un son albümünün jelatinini açmadım daha. Ne çok severim aslında...

Diyorum ki temizlik yapayım biraz.
Sonra bi çay koyayım, yanına 2-3 kurabiye belki..
Cam kenarındaki koltuğa kıvrılıp dışarıyı seyredeyim biraz. Çocuklar oynuyordur mahallede belki, onlara bakarım.
 

Hem kuşlar da yok artık.
Sonra kabulleneyim.
Yudum yudum kabulleneyim...


0 yorum:

Hüzün Taze Tutar Aşk Yarasını

09:37 Bahar ERGÜL 0 Comments

Aşk düştüğü yeri yakıp kül  eden ateşse,
Gönül, küllerinden yeniden doğan mabeddir...
Yandık... Yakıldık...
Ama hüzünden yana asla yakınmadık.
 

Hüzün taze tutar aşk yarasını...
Yaramdan da hoşum, yarimden de...

Mevlana ne güzel dizmiş değil mi kelimeleri...?

0 yorum:

Tanırım Tırnak İzlerini

01:35 Bahar ERGÜL 0 Comments

Kalpteki tırnak izleri kaybolmuyor zamanla.. Yenileri ekleniyor belki, ama hiçbir zaman tam olarak kaybolmuyor. Belki olgunlaşmak, belki kaşarlanmak? Herneyse işte! Ruhtaki her darp izini gözbebeklerinden tahlil edebilirsiniz. Ne kadar dik olursa olsun omuzlar, ne denli yüksek duvarlar örülsün... Cık!

Görür görmez anlamıştım kanadığını. Kahkaha şiddetine paraleldir gözyaşı. Yüksek kahkahaları ele verdi onu. Belki bir dipsiz kuyunun başındaydı çoklarımız gibi? Hepimiz tanıyoruz o kuyuyu değil mi.. Çevresindeki herkese yutturmuştu 'yapay' mutluluğunu. Mükemmel bir hayatı vardı 'herkese göre'.

Ama ben?
Acıyı gözünden tanıyan ben...
Tuz basmaya aşina olan ben...


Kokusunu alırım canlı cenazelerin. Akıllı adamdı, hissettiğimi anladı. Bile bile yaklaştı bana. 'Biliyorum...' Dedim. Teslim oldu. Bana değil, kendine.
Bir kaç hafta sürdü gizli buluşmalarımız. Ne benim canım istiyordu bunu biriyle paylaşmak, ne de o hevesliydi. Suç işler gibi değil, kaçmak/kurtulmak ister gibi gidiyorduk birbirimize. Bal gibi biliyordum halbuki, 'iyileşmek' için geliyordu bana. Canı çok acıyordu, iyileşsin istiyordum! Ama beni yaralamadan...

Bir keresinde... Yaklaştık... Gözlerini benimkilerden ayırmıyordu. O'nu yere çarpan karanlığa girmek üzereydik. Tel örgülerle örülü dikenli mayın tarlasını adımladık birlikte. Belki de aslında her ruhun arka bahçesini...

'Anlatma dur!' Dedim... Bedenimden büyük bir kamburum vardı zaten, ihtiyacım olan son şey onun terkedilmişliğiydi. Hem bana ne! Benim yaralarımı kim sardı ki? Taş üstünde taş kalmayan kalbimde onun dinamitleri zaten oldukça anlamsızdı.

O bana dokunduğunda savaşacak bir gölge bile bırakmadığımı anladı. Herkesi kovduğumu... Gökgelerime bile tahammülümün kalmadığını.. Burnu sızladı belki rutubet kokusundan.

Ben... O'nun bedeninde bir kadınla çarpıştım. Başından beri izini sürdüğüm, o adını koyamadığım sancının mimarıyla... Hemen sordum. 'Bunu neden yaptın?

Zalimdi patlattı şamarı!
'Başka tenlerdeki gölgeleri kovmak için..'

Kanattığım erkekleri çiviledi alnıma...

Onları orada bırakıp çıktım. Yenik yakışıklıyı ve içindeki kadını. Öyle ağırlaştım ki, yüzümde patlayan yüzleşme ağır gelmişti taşıyamadım. Sendeledim...

Ben ne yapmıştım? Kahrolası ben ne çok kalp kırmıştım?

Mutlu olmayı denerken kapanmayan yaralar açmasak keşke. Tırnak izleri bırakmadan gitmeyi becerebilsek mesela... Uğradığımız kalplere bizden sonra da yaşama şansı versek? Gölgeler yaratmasak.

Terk edişlerimiz fahişe gibi olsa? Kullanmadan, hırpalamadan, hesaplar tutmadan... Alan razı veren razı?

Düşman askeri gibi terk ederken ateşe vermesek keşke... Geride kalanın bir 'şansı' olsa keşke..

0 yorum:

Kevgir Kafalar

01:31 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
'Allah'tan namuslu ananın çocuğuyum!'
 
            'Ananın genç kızlığını nerden biliyorsun pezevenk?' diyemedim tabi. Namussuz olsa kaç yazar? Vazgeçecek misin sevmekten? Değişecek mi evladı olduğun gerçeği?
     
          Doğuranın namusuna not vermek ne zaman icad edildi yahu? Hem ayıptır sorması kaliteyi kim tayin ediyor?Bu işin bilirkişisi falan... ne biliym, çıktığı yerin çeperini ölçen mi var? Orası tek yön benim bildiğim?
                      
           Hem bir hayat kadının çocuğu olsan, bu seni daha ucuz kılmaya yeter mi erdemle yaşadıktan sonra? Ya da namus ehlinden doğman, yanında çalıştırdığın işçilerin hakkına göz diktiğini , devletten kaçırdığın vergileri, tek ayak üstünde uydurduğun 99 yalanı aklamaya yeter mi sanıyorsun?
                 
           Bir kere anneler Tanrı tarafından verilmiş şeyler, seçilmiş değil. Kimin çocuğu olacağına karar vererek gelen var mı? Nasıl bir rezervasyon sistemi olabilir ki? Teknik olarak mümkün değil. Bu tamamen şans işi. Olayın başka boyutları da var tabi. Sonuçta biz doğduğumuzda annelerimi üç aşağı beş yukarı mesleklerine karar vermiş oluyor. Var mı müdahale etme şansı olan? 
                 
          Bu arada ben eskisi kadar emin değilim orospu çocuğu olmanın kötü bir şey olduğundan. Namus abidesi olacak kadınlardan feci şeyler çıktığına şahit olduğum içindir belki
  
         Hayatta çok net olmak iyi bir şey değil bence. Zihni su gibi berrak olan sıkıntılıdır. Bir yerde ciddi bir sorun vardır... ve ne yapıp edilmeli sorun hangi cehennemdeyse bulunup çözülmelidir vakit kaybetmeden. Aksi takdirde..

          Hiç olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda ve hiç hazır değilken hortlayıverir Mazallah! Başta sizi sonra sevdiklerinizi ve o dönemde ne var, ne yoksa hayatınızda hepsini un ufak eder...
 
          Demem o ki... Kazık kadar insanlar çıktıkları deliklere değil, beyinlerindeki deliklere baksın. Kevgir gibi kafalarla gezmek iyi yere götürmez kimseyi. Orospu çocuklarının da umrunda değiller ayrıca.
 
 
(ayar kaçtı bu defa okur, idare et )
 

0 yorum:

Oğlum Bak Git !

01:25 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bu cümlenin efsane olabildiği 3. dünya ülkesi olmaya aday bir ülkenin sabahından günaydınlar herkese!
 
Ülke nüfusu ‘yaşlanınca’ sevgili devlet büyüklerimiz ‘hadiseye’ el attı, Allah onları başımızdan eksik etmemekle beraber ne muratları varsa da versin. Sayelerinde yalnızlıktan kurtulduk, yatak odalarımız şenlendi. Artık 3 kişiyiz; biz, sevdiceğimiz, bir de devlet! ‘Bir sen, bir ben bir de devlet…’’ derdi sanırım ünlü popçumuz bu günleri de göreceğimizi bilseydi.
Yatak odalarımıza kadar müdahil olan bu sistemi alkışlayan bir zihniyetin ahlak algısının sınırlarını ben -aciz beynimden olsa gerek- çizemiyorum.
 
 
1972 yılında Amerika’da bir kadın,işsiz-güçsüz, tam anlamıyla topluma yük denilebilecek vasıflara sahip bir adamdan hamile kalmış. İyi yapmış yapmamış orası bizi hiç ilgilendirmez. Bulunduğu eyaletin yasaları kürtajı yasaklıyor olmasına rağmen başvurmuş ve sonuç olarak eyalet yönetiminden kürtaj için izin almış. Bu karar sonraki durumlarda emsal teşkil ettiği için daha sonraki benzer durumlarda yasalar kürtaja izin verir hale getirilmiş.
Cani bir toplum olduklarından yada cinayete eğilimli olduklarından değil,her bireyin sahip olması gereken standartları göz önünde bulundurdukları için… Yaşam hakkının gaspı değil beklide insan hayatına duyulan saygıdan?
Tabi bu örnek kafanızı kurcalamasın, Orası Amerika, burası Türkiye!
Hırsız, kumarbaz, sarhoş, serseri bizde ne gezer? Okur-yazar ve eğitim oranımız tavan yapmış, insanlık paçalarımızdan akıyor, ortalık entellektüelden geçilmiyor, çocuk yetiştirme konusunda elimize su dökemezler… Gel de doğurma! Bunlara çocuk doğurmayacaksın kime doğuracaksın?
Bunun yanında dünyadaki diğer muhafazakar partiler de kürtaj karşıtı (kimse de tam aksini beklemesin lütfen) yasalar çıkartıyor. Fakat ilginçtir, kürtaj karşıtlığı ve ucuz iş gücü talebi tarih boyunca garip paralellikler göstermiştir…
Yok okur yok, bunun dinle-imanla ilgisi yok.
Tecavüz sonucu dünyaya gelmiş bir insana ‘varoluş’ hikayesini nasıl izah edeceksin? Hangi babayiğit ’yaşamımı bir hayvanlık hareketine borçluyum’ der? Ben size söyleyeyim bir kuşak sonra babasını öldüren çocuklardan geçilmez ortalık…Bizim oğlanlar mapus damlarında çürür, bu iş ancak buraya gider… Hiçbir din bunu bir insana reva görmez. Hele ki bizim Dinimiz!
 
Tecavüzle dünyaya gelen çocuğa devlet sahip çıkacakmış.
Biz meşru doğduk ta ne oldu Allah aşkına?
 
Yıllarca dayattığınız eğitim sistemi yüzünden beynimiz işlevlerini yerine getiremiyor. Mahalle baskısı nefes aldırmadı -aldıracak gibi de görünmüyor. Aman çocuğum okusun diye aç gezen anne babalarımız sevinsin diye üniversite eğitimi aldık. Mezun olduk feleğimiz şaşırdı. Diploma sevincimiz kursağımızda kaldı, açlık sınırının altında bir asgari ücretle taçlandırıldık. Üstelik bununla da mutlu olduk! Ülkedeki işsizlik oranını düşününce… Tecavüzle doğana sahip çıkacaklar -mış. Biri şakamı yapıyor? Ben espriyi anlamadım da…

İlle sahiplenecek birileri lazımsa gidin yetiştirme yurtlarındaki günahsızlara sahip çıkın.... O minikler doğmak istediler mi acaba? Öyle bir hayat için savaşmak kendi tercihleri mi bunu bir düşünmek lazım... Yenilerini katlayarak edineceğimiz bir sistem inşa ediliyor gözlerimizin önünde… Türk milleti aval aval bakıyor…

Bütün dünyanın hareket noktası olan fakat ’bizimkilerin’ yok- muş gibi davrandığı bir prensibi ısrarla hatırlatmak isterim; ‘Toplumların nüfus sayısı değil yetkinlik oranıdır esas olan.’ Yetkinlik kelimesinin anlamını bile bilmeyen bir jenerasyon yetişiyor o da ayrı bir gurur kaynağı.

Özellikle son yıllarda erken yaşta bebek sahibi olan genç kızların aileleri tarafından yurtlara bırakılan çocukların sayısında çok ciddi artışlar olduğunu söylüyor anket sonuçları. Bunun da muhafazakarlıkla bir bağlantısı olabilir mi? Umarım yoktur…

Türkiye’nin ‘nerede olmak istediğiyle’ ilgili ciddi endişeler taşıyan bir Türk genci olarak, bu kayıtsızlıkla epeyce yol alınabileceğini düşünmeye başladım. Genital bölgelerimiz hiç bu kadar samimi(!) girişimlere sohbet konusu olmamıştı.
 
Tabi ki kürtaj bal-kaymak bir konu değil şahsen ben istemem. Bir anne adayı için bedenen ve ruhen korkunç bir tahribattan söz ediyoruz. Fakat bir sorumsuzluk yapılmış ve o duruma gelinmişse tüm dünyada bunun yasal süresi 12 haftadır. Hiçbir kadın hazır olmadığı, bakamayacağı bir çocuk konusunda zorlanmamalıdır.
 
Tüm dünyada faşist olarak nitelendirilen rejimlerin en büyük özelliğidir; YASAKLAR…
 
Yine tüm dünya bilir ki; bir insan bir şeyi istemeye görsün!
 
Hele ki Ferrari’ye tüp takmış bir milletin evlatları olarak, Türk gençliği bu konudaki yaratıcılığıyla bizi bir hayli eğlendireceğe benziyor…

0 yorum:

Bilemedik...

19:45 Bahar ERGÜL 0 Comments

Herşeye yeteceğiyle koşullandık hep aşkın...

Parasızlık, düşman aileler, imkansız zamanlar, harap geçmişler...

Hepsi aşk ile mucizevi savaşlarda yenildiler.

Filmdiler, kitaptılar, anıydılar, şarkıydılar...

İnandık, istedik ve sevdik...


Fakat aşk yetmedi hiçbir şeye!

En olur zamanlarda bile,

En boktan bahanelerde yenildi aşk...

Hem de savaşın ilk kurşunuyla...


Aslında baya baya sevdik biz ama,

Acıdık, küçüldük, onursuzlaştık, terk edildik...

Ya büyük bir yalan anlatılan aşklar bize?

Ya da bizim ruhumuz cenabet...

Bilemedik...

0 yorum:

Kadın Düşmanlığı

19:41 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
Eleştiri hayattaki başarıların olmazsa olmazı. Konu ne olursa olsun, eleştirildikçe doğruyu bulup yanlışlarımızdan arınıyoruz. Ruhlarımızın körelmemesi, yanılgılarımızı tekrarlamamamız için gerekli.
 
Yapıcı ve yıkıcı olmak üzere iki çeşidi var bunun. Laf sokmakla başlayıp hakaretvari cümlelerle biteni yıkıcı olanı -ki burada amaç genelde üzüm yemek değil, üzümcüyü dövmek oluyor. Yapıcı olanı ise iyi niyetle filizlenen ve yeke yek, incitmeden dile gelenidir.
 
Ne zamandır dilimde dolaşıp duruyor bu cümleler. Konu eleştiriyse ve içinde kadın varsa biraz vahşileşiyor durum. Acımasız davranıyor hemcinslerimiz. İş birilerini çekiştirmeye gelince kadınlar gereğinden fazla zalimleşiyor. Hele bir konu var, üzülüyorum düşündükçe.
 
Kadın yazarlar ya da yazının kenarından köşesinden tutmaya çalışan kadınlar, birbirlerini yerden yere vuruyor. Üstelik bunu öyle büyük bir keyifle yapıyorlar ki akıl sır erdirmek mümkün değil. Ben kadın okuyucularımın tepkilerinden hep çekinmişimdir. En büyük destek te onlardan geldi bu zamana dek, iğneleyici sözleri söyleyenler de ilk onlar oldu. Sırf, ''acaba bugün nasıl bir taş atsam'' diye blogları gezen, gezetelerin köşelerini kolaçan eden kadınlar var.
 
Çok az kişi bunu samimiyetle dillendirse de, her yazar kıskançtır. Her yazar kendi dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu belli etmez. Kimileri duygularını saklar, kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür. Bu bir "derece meselesi" aslında. Kimimizde ayyuka varır kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Fakat asla tamamen arınma söz konusu olamıyor. Yazarlığın besin kaynağı olan dinamizmi bu şekilde ayakta tutuyoruz denebilir(!)
 
Hemcinslerimizi yüreklendirmek, hatalarını düzeltmeye çalışmak varken öfkemizle yıkıp döküyoruz ne varsa... Yok o öyle demiş, bu böyle demiş... Madem dedikodu yapacaksın, al eline bir kase çekirdek git yan komşuna akşama kadar konuş. Birilerine taş atmadan da fikirlerini ifade edebilirsin değil mi? Amacın dikkat çekmekse bu iş bunlarla olmaz bilesin.
 
Fikrini beyan edersin -kimsenin canını acıtmadan- çekilirsin köşene. Şık olanı, asil duranı budur bu işin. Kadın demek, naiflik demektir. Hele ki söz konusu edebiyatsa, incelikse, insanca dürtülerse... Ama herkesin eli belinde. Kadınlar bela kokluyor.
 
Kendinize gelin hanımlar. Yakışmıyor. Elinizdeki kalemlerin hakkını verin. Arenaya çevirdiniz ortalığı...
 

0 yorum:

Füreyya

19:38 Bahar ERGÜL 0 Comments

Hikayesi yazılası kadınlardan biridir Füreyya... Bilenler bilir, ben -hala- bilmeyenler için bu yazımı Füreyya Koral için hazırladım.

Füreyya Koral Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısıdır. Gelişmekte olan bir toplum için ilginç ve sıradışı bir profildir O. Cumhuriyet'in ilk kadın sanatçıları arasında yer alan Koral, dönemin sancıları ve yeni Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik bunalıma rağmen hayallerini gerçekleştirebilme olanağını -kendi- yaratmış bir kadın.

Günümüzde olduğu gibi bir nikah, iki çocukla işin(!) bittiğini düşünen, yılgın ve bezgin hemcinslerimize ibret olsun diye yazıyorum hikayesini.
Cumhuriyetin ilk yıllarında örnek alınması gereken idealist kişiliği bir yana, her kadın gibi tutkularının ve duygularının esareti altında yaşadığı yılların yansımalarını bulabilirsiniz elinden çıkan seramiklerde...

O, toprağa ve ona şekil vermeye aşık bir kadın... Mensubu olduğu topluma ve henüz yıkılmamış tabulara rağmen tabir-i caizse burnunun dikine giderek sanatında kendini ıspatlamış, eşi benzeri nadir bulunan idealist bir kadın Füreyya. Bu coğrafyaya ve yerleşmiş düşünce kalıplarına rağmen üstelik.

Etkileyici bir yaşam öyküsü var Füreyya Koral'ın... Doğum yılı 1910... Soylu ve entelletüel bir aileye mensup olduğundan olsa gerek dönemin en iyi eğitim kurumlarında öğrenim görmüş, bir kaç yabancı dili çocuk yaşta öğrenmiş ve dünyanın en iyi keman virtüözlerinden dersler almıştır. Dünyanın ödüle boğduğu seramik sanatçısı ilginçtir ki aynı başarıyı yapmış olduğu iki evlilğinde de gösteremiyor. Sanatcılar dünyanın heryerinde ve hep yalnız mıdır gerçekten? Değişmez mi bu yazgı?

Çocuk denecek yaşta Bursa'lı varlıklı bir ailenin oğlu ile olan ilk evliliği, iki ölü doğumla son buluyor. Büyük yıkımlar yaşıyor bu evliliğinde. Henüz tazecik bir genç kız iken, birden ruhu yıpranmış bir dul olarak -yine- yalnız başına yerini alıyor hayatta. Sebebi şiddet... Demek ki neymiş? Dayak yiyen kadının kişisel idealistliği, karşısına çıkan öküzlerin kalitesini değiştirmiyormuş.

Son derece şımarık bir çocukluk geçirmiş olmasına rağmen ilerleyen yaşlarda hayat onun için de ''adam etme'' işlemini başarıyla gerçekleştirmiş. Hayata tutunma çabası yeni yeni sonuç vermeye başlamışken, bu defa genç yaşta verem hastalığı musallat oluyor Füreyya Koral'a. Sevdiklerinden, severek yaptığı seramiklerden güç bularak gardını alıyor. Büyük raund sonunda demir yumruğu yiyen Füreyya Koral, hiç anne olmamış. Lakin eğitimine destek olduğu bir çok 'evladı' var O'nun...

Ne acıdır ki bu kadar değerli ve çağdaş bir sanatçının Türkiye'de adını bile bilmeyenler mevcut. Toplumsal algılarımız ilginç hassasiyetler göstermeye başaldı malum. Demet Akalın şarkılarıyla kendini ifade eden hamur beyinli bir jenerasyonun ilgisini çekmek değil zaten maksadım. Olmaz olsunlar.

Lakin...
Benim okurlarım değerlidir.. Bilirim ki, onlar değer verip dikkate alacakları şahsiyetlere özen gösterir...

Çağdaşlaşma yolunda minik adımlar atmaya çalışan Türkiye için son derece önemli bir karakter olduğunu ve ne denli değerli bir misyon edindiğini dönemin koşullarını göz önünde bulundurarak bir düşünün derim...

Bu değerli insanın yaşam öyküsünün detaylarını merak ediyorsanız eğer, Ayşe Kulin'in kaleminden okumanızı tavsiye ederim.

Kaleme alındığı tarih : 04.04.2012

0 yorum:

Anti Demokrat Kadınlar

19:35 Bahar ERGÜL 0 Comments

Demokrasiyi en çok kadınlar sevmeli. Diktatörlüğün karşısına önce onlar dikilmeli. Zira kadınsal değerlerin kaybı demek, toplumun DNA'sının bozulması demektir.

Özellikle Doğu toplumlarında en çok kadınlar desteklemeli demokratik yapılanmayı. Kişisel hak ve özgürlükler konusunda Arap kadınlarının yaşadığı mağduriyetin dünyada başka bir örneği yok. Eşit çalışma şartları, eşit yargılanma, eşit şartlarda eğitim görme...v.b. Her konuda eşitlik talepleri reddediliyor bu kadınların. Rakamlar çarpıcı. Üniversite mezunu kadınlar arasındaki işsizlik oranı, erkeklerinkinin iki katından da fazla.

Bu aslında iyimser bir tablo. Arap kadınlar, en azından mensubu oldukları toplumun kemikleşmiş tabularıyla mücadele ediyor. Ya diğerleri? Yaşam hakkı ellerinden alınan kadınlarla aynı dünyada yaşıyoruz ne yazık ki. Savaşların da en büyük kaybedenleri kadınlar oluyor. Onların kaderleri ölmekten beter; tecavüze uğramak... Bu yüzden savaş meydanlarından, hayata küstürülmüş kadınlar kalıyor geriye.

Görünen o ki, -kadınlara nazaran- erkeklerin pek bir kaybı olmuyor baskıcı rejimlerde. Ataerkil toplumların yazgıları kaçınılmaz benzerlikler gösteriyor. Rüştünü ıspatlamaya çalışan her devlet adamı, ilk olarak kadınları budama gereği duyuyor. Önce onların yaşam alanı ve standartları sınırlandırılıp deyim yerindeyse kulağı bükülüyor, ibret-i alem için. İlk 'ellenen' kadın özgürlüğü oluyor. Ne acı...

Tarihsel sürece baktığımızda Türk kadını'nın evrimi, diğer hemcinslerine havlu attıracak cinsten. Osmanlı dönemindeki cariyeler sisteminden, Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla kurtulmuş Türk kadını. Yasalar ve kanunlarla hakları güvence altına alınmış, topluma aktif katılımı gerçekleştirilmiş. Ayakları üzerinde durması, birey olarak algılanması sağlanmış.

Günümüzdeki soyutlanma ya da hezimet, adı herneyse bunu biz yarattık. Kadına değer verip, onu yücelten Atatürk olmasına rağmen, bir kadın televizyona çıkıp, “Humeyni’yi Atatürk’e tercih ediyorum…” diyebiliyorsa, toplumun derinliklerinde daha ağır travmaların olduğunu tahmin etmek güç değil. Demek ki önce zihni özgürleştirmek gerekiyor!

Kendi hemcinslerine bile çok çirkin ve yakışıksız söylemlerde bulunan devlet büyüklerinden, kadına yönelik nezaket ve demokrasi adına faydalı atılımlar beklemek hayalperestlik olur kanımca. Nitekim Kadın Bakanlığı'nın kaldırılıp yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulması, söylediklerimi kanıtlar nitelikte.

Gündeme geldiğimiz ilk mevzu ''3 çocuk'' malumunuz. Safın biri de çıkıp ''çok eşlilik yasal olsun'' diye bir taş attı kuyuya, hiçbirimiz çıkaramıyoruz. Kadının kendine reva gördüğü muamele bu iken, hangi demokrasiden bahsedilir orası da ayrı bir konu. Hal böyle olunca, bütün kadınların demokrasi ve özgürlükten yana olduğunu düşünmek gaflet olur...

Temel hareket noktası; kadının kendine biçtiği değer ve rol. Toplumda olmak istediğimiz yeri belirlerken gerçekci ve idealist davranmamız gerekiyor. Ne erkeğin yedeği olmalı, ne de klasik feminizme esir olmalı. Bunun da bir orta yolu var...

Kaleme alındığı tarih : 26.03.2012

0 yorum:

Kadın -mış Peh!

19:24 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bir kadınlar gününü daha geride bıraktık. Yıllardır kutlanır bu mübarek gün. Kadınlara kırmızı karanfiller verilir, 'kadınlar çiçektir' zırvalıklarına katlanmak zorunda kalırız hep, evli olan beyler eşlerine hediyeler alır... Tam bir seramoniye dönüştürdük olayı.

Tabi bu işin vitrin kısmı. İçeri girdiğimizde hep aynı tabloyu görüyoruz. Artık sıtkımız sıyrıldı. Köşe yazarları yine yerden yere vurdu ''erkek milleti''ni, haberlerde kadına şiddet olayları ayyuka çıktı sanki daha önce hiç böyle şeyler görmemişiz gibi. Büyük bir habercilik başarısı edasıyla sundular zaten hepimizin çok iyi bildiği gerçekleri. 2 çocuklu genç anne, bilmem kaç yerinden bıçaklanmış! Ah be yavrum... Sizin çocukluğunuz Jüpiter'de mi geçti?

Bunu kanıksamak ta başka bir tehlike aslında. Fakat konuyla ilgili yıllardır hiçbir şey yapılmamış olması, bizlerin sürece olan bakış açısında değişiklikler yaratıp değerlerimizi deforma etmiş olmalı. Dayağa mı alıştık ne?

Ataerkil toplumların yazgısı sanırım hep aynı... Gerçi hoş, ben bunun ataerkil olmakla ilgili olduğuna da artık eskisi kadar inanmıyorum. Bizim hatunlar da sevdi erkek gölgesinde dolaşmayı. Yıllardır aynı şarkı söyleniyor. Ne söyleyenler bıktı, ne dinleyenler. Kadın bir adım geride durmaya mahkum edilmiş te farkında değilmiş gibi? Emir almaktan hoşlanan hemcinslerimizin sayısı hiç te az değil.

Hastalıklı bir durum...

Tüm bunların yanında benim kafamı kurcalayan başka şeyler var... İşlediğimiz suçları ya da yaptığımız hataları neden hep topluma mal ediyoruz? Bu korkaklığa ne verilmiş? Bu kadar zor mu zayıflıklarımızla, yenilgilerimizle yüzleşmek? Kör noktalarımızı görmeye çalışmak yerine neden toplumun zaaflarını alet ediyoruz iki yüzlülüğümüze?

Toplumu bireyler oluşturur... Her kişisel ahlaksızlığımız ve vicdansızlıklarımız, toplumun bir organı gibi hayat buluyor. Özellikle bizim gibi eğitim bakımından yeterli gelişmeyi göstermemiş ve çağdaşlaşma yolunda bir türlü dikiş tutturamamış milletlerin bireyleri, beceriksizliklerini hep mensubu oldukları topluma mal ediyor.

Her zaman söylerim; önce zihni özgürleştirmek gerekiyor!

0 yorum:

Hayat Kadınları ve Çocukları

19:11 Bahar ERGÜL 0 Comments

Saat 02:47..
 

Uykusuzluğumun kaçıncı günü unuttum.
Yağmurun sesine irkiliyorum...
Yatağımın kenarındaki pencerenin perdesini aralıyorum,
Nasıl da güzel...
 

Başka bir çatı altında,
Başka bir hayatta olduğum gerçeği
Sızı gibi gelip oturuyor içime...
Asitli birşey boğazımı dalıyor...

Etrafıma bakıyorum...
Küçücük odamın heryerinden hayallerim fırlıyor.
Çağrıştırdığı şey hep aynı sanırdım önceden?


Ev arkadaşım uyanmasın diye,
Parmaklarımın ucunda buluyorum kabanımı.
Hakiki yün diye çuval dolusu para saydığım
Ve her ıslandığımda koyun gibi kokmama sebep olan kabanım.

Ipodumun kablosunu doluyorum elime.
Bir hayalet gibi terk ediyorum evi..
Demir kapı gürültü çıkarıyor.


Kulaklarımda James Blunt...
 

Soğuk, soluğumu kesecek gibi.
Rüzgar yüzümü tokatlıyor ne zalim!
Buzda kayıyor ayaklarım.
Dizlerimin üzerine çakılırken aklımda sevdiklerim..
Uykudalar...
 

Hızlı adımlarım aklımın peşinde!
Tarabya sahilinde alıyorum soluğu.
En boş gözlerim ve en kırılgan yanımla,
Bakıyorum...
Denize bir başka yağıyor sanki yağmur?

Bir yerden bir ses geliyor!
 

Kocaman kahkahalar çınlıyor gecenin karanlığında.
Sabahın ilk saatlerinde minicik okul çocuklarını aydınlatan
Sokak lambaları,
Gece olunca kire bulanmış insanlara şahitlik ediyor.
 

Garip...
Kahkahanın geldiği yöne bakıyorum.
Kontrolüm dışında göz göze geliyoruz.

İki hayat kadını yaklaşıyor oturduğum banka.
Hayırdır güzelim yolunu mu kaybettin? Hahahhaaaa!


Deviriyorum gözlerimi yere...
Utanma kız! Biz annen yaşındayızdır senin! Hahahaha!
Yanıma oturuyorlar sessizce.
 

''Hayat...'' diyor biri...
''Evet hayat...'' diyorum içimden...

Oturduğumuz bank,
Dünyanın en ağır yükünü taşıyor...

Başını omuzuma dayıyor sarı saçlı olanı...
Kulaklarımda Robbie Williams: Advertising Space
''Gözlerinin içinde dünya yanıyordu...''


Birlikte dinliyoruz...

Sustuk...
Derin bir nefes aldık ikimiz de aynı anda...

Sonra..

Neye söyledi, kime söyledi bilmiyorum;
''Orospu çocuğu!''

0 yorum:

Git Artık 2011

18:54 Bahar ERGÜL 0 Comments

Epeydir bekleniyor bu yazı. Son zamanlarda en çok bu soruluyor... ''Yeni yıl yazınızı ne zaman yayımlayacaksınız?''  2011 yılında mutluluktan tavan yapmışım da yazmayı ihmal etmişim gibi...

Herkes kendi çapında hasılat derdine düşüyor yeni yıl arefesinde. Muhasebeciler gibi yıl sonu kar ve zarar çizelgeleri hazırlanıyor, hesaplar tutuluyor... Karın ya da zararın, neye ve kime göre değiştiğini düşünen yok tabi. Kar sandığımız şeylerin, gerçekte ne ifade ettiğini çok çok uzun vaadede anlayabileceğimizi bir kez daha hatırlatmak isterim...

İşin en kestirme yolu; kendimize/çevremizdekilere Tanrı'dan biraz sağduyu ve vicdan istemek bana göre. Bunlar olduğunda yaşamak daha kolay çünkü.
Kabus gibi geçti 2011... Rüya gibi başlamıştı oysa. Hemen bittiğine göre zaten rüyaydı sanırım.

Bahar aylarında başladı tüm talihsizlikler... Önce, hayatım boyunca karşılaşmayacağım kadar iğrenç yaratıklar olduğunu farkettim çevremde. Bir avuç zavallının bir araya geldiğinde neler başarabileceğini gördüm... İkiyüzlülüğün o sonsuz arsızlığını... Sonra işsiz kaldım... Kendime olan güvenim İLK DEFA ciddi bir sarsıntı geçirdi. Sigaraya başladım yıllar sonra. Ailemle aram açıldı bu yüzden. Anneciğim göz yaşları döktü... Bense ciğeri beş para etmeyen insanlar için değerlerimi sorgularken buldum kendimi. Dedim ya, neyin zararınıza neyin karınıza olduğunu anlamanız zaman alıyor...

Kendimi Viyana'da buldum ardından. Yürüdüm... Yürüdüm.. Yürüdüm... Spor ayakkabılarımın altı açıldı Belvedere Sarayı'nın bahçesinde. Yeni fotoğraflar ekledim arşivime. Sokaklarda öpüşen sevgililer, kafelerde oturan buruşuk yüzlü asiller... Kenar mahallelerin kayıp hayatları takıldı gözlerime... Zenci çocuklar sevdim... Her defasında şunu farkediyorum ki hayat, dünyanın değişik kentlerinde farklı şeyler algılamanızı sağlıyor. Nefis bir tatille kendime gelmeye çalışırken ilk defa çok yakınımda olan birini kaybettim...

Haziran ayı.... Canımdan çok sevdiğim amcamın bu dünyayı terk edişi... Bir yanımı da alıp götürüşü... İlk zamanlar kalbim çok acıdı, kelimelerde bir karşılığı yok bunun. Unutmaya çalıştığınız insanlar rüyalarınıza konuk olur, sizi kaçtığınız gerçeklerle yüzleştirmekten kaçınmazlar. Ben hep amcamın kucağında uyuduğum çocukluğumu gördüm gecelerce. Kapkaranlık zamanlardı... Fakat insan acıya da alışıyormuş. O hep yanımda benim...

Yaz boyu gittiğim kurslar, aldığım eğitimler ve iş deneyimlerim yazık ki iş arama sürecinde hiçbir şey ifade etmedi. Anladım ki kafa kol ilişkileriymiş prim yapan heryerde. Koltuğuna aşık insanlarla daha önce de kesişmişti yollarım, fakat işsizlik sürecinde tehlikeli sulara sürükledi bu duygular beni. İnsanlık nasıl bu hale geldi diye düşündüm durdum... İçinden çıkamayınca bıraktım aklımın iplerini...

İş görüşmelerinden somut sonuçlar alamayınca çevremdekiler, ''kariyer yapamadı bari çocuk yapsın'' diye düşünmüş olmalı ki bana koca aramaya başladılar! Kimlerle, nelerle tanıştırıldım bir bilseniz :) Yanağımdan makas almaya çalışan manyaklardan tutun, bacakların eğri mi senin? diyenlere kadar... Anlatsam acayip bir trajedi dizisi olur yemin ediyorum.

Ağustos ayı... Uzun yıllardır tanıdığım çok yakın bir erkek arkadaşımın kanser olduğunu öğrenip ağır bir şok geçirdim. Neden Tanrı benim sevdiklerime dikmişti gözünü? O hastane kokusu var ya, ciğerlerime işledi... O'na güç vermek için maymuna döndüm desem yeridir. Fakat dünyanın en zor şeyidir yakınlarınızı yalanlarınıza inandırmak... Haftada 2 gün kemoterapi için hastanede yatardı. Bazı geceler yanında kalır, O'na sevdiği filmleri, yeni çıkan albümleri ve bilgisayarımı götürürdüm. Dayanamaz kucağımda uyurdu, ben ağlardım... Aylar süren seanslar sonunda şimdi daha iyi. Ama elim yüreğimde, yüreğimse ağzımda yaşıyorum...

Eylül ayı... Sanırım fazla söze gerek yok, herkesi gereksiz bir hüzün basar Eylül aylarında. Ben bu yıl ilk defa doğum günümde irkildim. İlk defa sevinemedim bir yaş daha aldığıma. Sebebini gerçekten bilmiyorum. Sanırım ağır gelmeye başladı bazı şeyler.. Beceremediklerimi hatırladım garip bir şekilde.. Başarılarım bir anda pul kadar değersizleşti gözümde.. Mağlubiyetlerim ya da öyle sandıklarım birer dağ oldu önümde..

Sonrasını biliyorsunuz... Köşe yazarlığı eklendi kartvizitime. Çok keyifli, bir o kadar yorucu ve ciddiye almam gereken bir süreç başladı benim için. Yazılarım bu blogtan taştı... Başka yüreklere değdi. Sohbetlere konuşmacı olarak davet edildim, yüzlerce insan sarıldı bana... Kimileri takdir edip tebrik mesajları yolladı, kimileri yerden yere vurdu kalemimi. Hakarete varmadığı sürece her iki tarafın da görüşünü baş tacı ettim orası da ayrı.

Yeni dostlar edindim, bazılarına ise yol verdim. Onlar gitmeye çok hevesliydi çünkü... İstanbul - Bursa hattında geçti zaman... Önce iş görüşmeleri, daha sonra her daraldığımda Bursa'dan kaçma ihtiyacı sonucunda epey ilerlettik işi İstanbul'la. Hiç unutmuyorum bir keresinde bir iş görüşmesine gidiyorum. Arabalı vapurun güvertesinde çay içerken  -en çok sevdiğim şeydir-  bir martı geminin üstünde döndü, döndü, döndü... Sonra gelip dizime kondu! Tahmin ettiğiniz üzere ben o işi aldım. Şuan çalışıyorum.

Mutlu muyum? Bir işim olduğu için evet. Ne zamandır bana uzaktan el sallayan özgüvenim geri geldi. Bunun, sevdiklerimden uzak ve gerçek anlamda yalnız bir hayat yaşıyor olmak gibi ağır bir faturası olsa da yapacak bir şey yok. Aylardır çantamın bir köşesinde duran depresyon ilaçlarından kurtulmanın mutluluğu bana yetiyor. Şimdi yeni insanlar tanıma, yeni dünyalar keşfetme telaşındayım. Kocaman bir kent var beni bekleyen...

Yeni yıl...
Her yeni yıl sayısız beklentilerle başlayıp, sonsuz hayal kırıklıklarıyla son buluyorsa... Biraz dikkatli düşünmek lazım derim ben. Bir yıldan ibaret değil hayat. Bazen bir yıl yetmez hiçbir şeye... Bazense bir an'dır herşey...

Doğru zannettiğimiz insanlar bir an'da yok olabiliyorsa... Bırakın yıllık kar-zarar hesaplarını... Yarına sağ çıkacağına dair bir senedi olan var mı aranızda? Bu hayatı bir kez yaşama hakkınız olduğunu çıkarmayın aklınızdan olur mu? Gidin sarılın sevdiklerinize. Sarılmak çok şeydir... Arayıp sesini duyun değer verdiğiniz insanların... Önce siz sahip çıkın yaşamak istediklerinize... Benim gibi  ''gurur''  diye saçmalamayın, mutsuz olursunuz...

Saatler 00:00 olduğunda dilek tutmayı unutmayın!

Mutlu yıllar herkese...


Kaleme alındığı tarih : 27.12.2011

0 yorum:

Gitmelisin

00:33 Bahar ERGÜL 0 Comments

İnsanın içine  ''gitme''nin ateşi düşmeye görsün... Sığmıyorsun koca dünyaya. İçindeki cehennemden kurtulmanın tek yolunu gitmekte buluyorsun. Yüreğin kuş gibi çırpınıyorsa ve kendini ordan oraya vuruyorsan durmadan... Vaktin gelmiş demektir. Başka bir hayatta nefes alabilme ihtimali, en umutsuz kronik mutsuzları bile keskin bir viraja sokabilir.

Öyle çok neden var ki bırakıp gitmek için... Vazgeçilmez sandığımız şeyler hayatımızdan birer birer çekip gittiğinde, yapılacak en mantıklı iş o harabeyi terk etmek. Can çekişmekte olan değerlerin ve ayağına dolaşan hayallerine rağmen terk etmek...

Bir enkazın yıkıntılarını toplayacak gücü bulamadığında gidiyorsun. İstemesen de yapıyorsun bunu; başka bir kente, başka bir yüreğe, başka bir kaosa gidiyorsun... Bin parçaya bölünmüş benliğinin kırıntılarını çıkarıyorsun yırtık ceplerinden, sermaye yapıyorsun sonraki hayatına. Olduğu kadar..

Ardına baktığında canını acıtan suretler, onurunu hiçe sayan cesetler görüyorsan gitmelisin. Onlardan bir farkın olsun istiyorsan gitmelisin. İnsan olduğun için, herşey rağmen hırpalanmış ruhuna sahip çıkmak için gitmelisin. Tekrar gülebilmek... Güvenebilmek için...

Hiçbir şeyi düşünmeden, bütün hayallerini bir sırt çantasına sığdırıp gitmelisin. Yarının ne olacağını düşünmeden, yakana yapışan hayaletlerden, kulağında çınlayan seslerden kurtulabilmek için gitmelisin.

Herşeyi, herkese mahcubiyetleriyle bırakıp gitmek gerek bazen. Yeni bir hayata pedal çevirmek... Belki iyileşmesi mümkün olmayan yaralarını saracak gücü bulursun gittiğin yerde... Sırf bu ihtimal için bile değmez mi sence?

Bence değer..

Kaleme alındığı tarih : 18.12.2011

0 yorum:

Ahkam

00:31 Bahar ERGÜL 0 Comments

Hangi cehenneme gidersen git içindeki hüzün de yapışıp paçana seninle geliyor. Yaşanmışlıklarından arınmana yetmiyor hiçbir ten.. Hiçbir coğrafya... Hiçbir nefes...

''Nolur beni sev...'' diyen bir çift göze değdiyse gözlerin, aynı duyguyla bir başkasına baktığın anları hatırlıyorsun... ve aşkın seni hiç tahmin etmediğin bir hayata nasıl savurup fırlattığına hayret ediyorsun...

Evimden,dostlarımdan,yatağımdan uzak bir şehirde, sisler altında yolunu bulmaya çalışan benliğimle yazıyorum bu satırları. Eğer bir yerlerde benim gibi kafası karışık insanlar varsa onlaradır sözlerim...

Git gidebildiğin yere.. İçindeki güç, cebindeki para nereye kadar izin veriyorsa kaç. İstersen tozu dumana kat. Çılgınlar gibi yaşa. Hiçbir şey düşünmeden tanımadığın caddelerde çığlıklar at. Trafikten sesin duyulmaz nasıl olsa. Git bir sokak çalgıcısıyla dans et. İçinden ne geliyorsa...

Lakin, yüreğinde taşıdığın bir çift göz varsa önce o hayaleti kovalamanın yolunu bul. İçini titreten kadına/adama sahip çıkamadığın gerçeğiyle yüzleş. Ahkam kesme...

Kaleme alındığı tarih : 09.11.2011

0 yorum:

Kadını Maymun Eden Erkekler

00:15 Bahar ERGÜL 0 Comments

            Hani o yerden yere vurduğumuz dayakçı koca profili var ya, onu sevin hanımlar. Evet, yanlış okumadınız. Hatta o aşağılık şahsiyet  -kendine göre  ''içinden geldiği gibi davrandığı'' için-  can'dır diyebilirim. Bir bakıma doğrudur savunması. Adamın içinden dayak atmak gelmiştir. Dayakçı koca dürüsttür en azından. Çevrenize yaklaştırmadığınız müddetçe o adamdan size zarar gelmez. Yeter ki yaklaştırmayın.
 
           Fakat bir başka profil var ki asıl kadın düşmanı bunlar. Bu türler şehirde yetişir. Geneli iyi eğitimlidir. En az iki dil biliyor olmalarının yanında, Avrupa kentlerini avuçlarının içi gibi bilirler. İster takım elbise, ister spor takılsın her daim şıktırlar. İleri görüşlü, kültürlü, envai çeşit Çin yemeği bilen, düzgün konuşan ve kendini iyi ifade eden, oldukça kibar ve nezaketli tiplerdir ki kanımca bunlardan uzak durmakta fayda var. (Bazı kaynaklarda kendilerinden  'Takım Elbiseli Kadın Cellatları' şeklinde bahsedilir.)
 
           Bu modeller kadına nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi bilirler. Siz ne kadar cool bir kadın olursanız olun, onlara sökmez. Tilki edasıyla çevrenize sinip, gerekli lojistik desteği kullanarak, türlü bahanelerle hayatınıza sızmayı başarırlar. Akşam yemekleri ve diğer küçük jestler yardımıyla dikkat çekip  ''kutsal yol''daki ilk zaferlerini kazanırlar. İlk zamanlar konuşmaları ve asaletleri büyülü gelir, rüyadaymışcasına dinleriz... Ve kaçınılmaz son; bu safhada akli melekelerimizi kaybeder, hayaller alemine transfer oluruz.
 
           Tiyatro, sanat, siyaset, sinema, edebiyat v.s konularda ciddi birikim sahibi oldukları için diğer hemcinslerinden ayırt edici nitelik kazanırlar. Hele ki espri yeteneği de varsa tamamdır bu iş! Robbie Williams kadar çekici olmamakla beraber, inanılmaz potansiyelleri vardır ve bunu  -farkında olan her erkek gibi-  çok iyi kullanırlar. Lafa gelince mangalda kül bırakmazlar. Başetmeniz imkansızdır. Kadında güzelliğin önemli olduğunu belirtip, sizinle ilgilenerek inceden güzel olduğunuz mesajını verirler. Bu ince mesajlar kısa zaman içinde yerini açık ve net komplimanlara bırakır. Ki bizler bu noktada asla kayıtsız kalamayız. 
 
              Artık şapşallık mıdır yoksa basiretimiz mi bağlanır bilinmez, ipleri kaçırmamız an meselesidir. Öyle ağzımız bir karış açık hayran hayran dinleriz onları. En çığırtkanlarımız bile dut yemiş bülbüle döner. O kültür abidesi yaratıklar aklımızı başımızdan almaya yeter de artar bile. Üzerine bir de romantik ve duygusal erkeğim diye ayak yapıyorsa zaten hiç kaçarımız yok dut gibi aşık oluruz.
 
              Ne çare ki yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmıyor. Masum görünümlerinin ardındaki çakallığı keşfetmemiz kalbimizin kırıldığı ana tekabül eder. O duygu adamı gider, yerine lütfedip mesajlarınıza bile cevap yazmayan bir hayvanat gelir. Daha doğrusu öküz aynı öküzdür de bizim jeton geç düşer!
 
              Kırılan bir kalp ve tazelenmesi gereken özgüven duygumuzla kala kalırız. Ya da ilişkiyi kurtaracağım diye başı kesik tavuklar gibi dolanırız etraflarında. Geçmişler ola! Etrafında dört dönerek en duygusuz kadını bile etkileyebilen modern çağın kadın düşmanı, istediğini alır ve gider. Arkasından salak salak bakmakla, bela okumak arasındaki seçim sizlere kalmış canlar.
 
         Ne olduğunu anlamaya çalışmayın, birisi kirli ayaklarıyla kalbinizin üzerinde gezinip gitmiştir. Gidişinin altında genelde mantıklı ve tutarlı bir neden bulunmaz. Çünkü kazanova beyimiz başka bir  ''av''  bulmuş ve O'nunla ilgili bir çalışmaya(!)  girmiştir. Yenisini garantilemeden  ''cebindekini''  asla elden çıkarmaz. Sakın yakasına yapışıp hesap sormaya kalkmayın, salağa yatıp insanı çıldırtırlar.
 
             Bir de bunların evli versiyonları var. Yani işi nikah masasına kadar ilerletmiş, bir taze'nin ömrünü yemeye aday olanlar ki, o kadına geçmiş olsun. Ne yemek beğenir, ne ütü beğenir, saçma sapan kaprislerde bulunur, herşeye surat yapar, çocuğu 'yapar' ve başından atar. O k.çınızdan ayrılmayan adamın birden bire nedense aklına sosyal çevresi geliverir! Kadın işe yetişemez, ev işine yetişemez, çocuğa bakamaz, sirk cambazı gibi maymuna bağlar... Sonra da anti-depresana başlar...
 
         Ortada dayak var mı? Yok. Siz ruhen ve kalben bir kamyon dayak yemiş gibi olsanız da, şiddetin herhangi bir şekli var mı? Yok. Ama kendinizi ne kadar berbat hissettiğinizin bir tarifi var değil mi... İşin kötü tarafı suçlayacak birini de bulamazsınız kendinizden başka... Hal böyle olunca da ver elini feminizm.
 
         Tabi ki beş parmağın beşi bir değil. Kadınların da aynı şekilde maymun ettiği adamlar tanıyorum. Ha onlara acıyor muyum? Takdir-i ilahi deyip geçiyorum. Sevilmeye layık erkekler de yaratılmıştır şüphesiz. Denk gelmiyor ayrı mesele. Ama siz, siz olun bu tip erkeklerden ayaklarınızı poponuza vura vura kaçın!
 
 Kaleme alındığı tarih : 23.08.2011

0 yorum:

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Blogger tarafından desteklenmektedir.