Mutlu Yıllar

12:41 Bahar ERGÜL 1 Comments

 

2015 yılının son yazısı için klavyemi tıngırdatırken, ne berbat bir yıl geçirdiğimi fark ettim. ve aslında berbat zamanlara hep ne kadar hazırlıksız yakalandığımızı...

Alışveriş arabasını yılbaşı süsleriyle dolduran ve suratlarında yavan bir gülümsemeyle dolaşan insanlar görüyorum etrafımda. Güzel ülkemin güzel insanı bütün kasvetinden sıyrılıp yeni yıl moduna girmiş. Bunca acı yaşanırken bu topraklarda.. Bir kesim var ki, onlar yeni yıla hiç girmesin istiyorum. Yeni yıl onlara vicdan getirsin istiyorum.

Aldım yeni yıl ağacımı 2016'nın muhteşem olacağına olan inancıma sığınarak! (bu başka bir yazının konusu, azıcık sabır)

Tabi ki kedim, bütün enerjisiyle tiftip bıraktı güzelim süsleri. Olsun, hırpalanmış şeylerin yaşanmışlık göstergesi olduğunu keşfettiğimden beri onları daha çok seviyorum. Tchibo'dan kırmızı mumlar ve yatağımın başucuna asmak için kırmızı küçük çoraplar aldım. Görseniz o kadar şirinler ki.

Ben uyurken belki birileri gelip birinin içine umut, birinin içine biraz kahve, birinin içine de birazcık huzur bırakır. Bazen Tanrı'dan, bazen Noel Baba'dan istiyorsun ama umut değişmiyor.. ve tüm yozluğuna rağmen umut hala insan oğluna en çok yakışan şey.

''Bu yıl yapmayacağım'' diye başlayan cümleleriniz azaldıysa konu kapanmıştır, aynen devam! Öyle kar/zarar bazlı, hesap kitap işleriyle olmuyor bu işler.. İyi ya da kötü, yaşadığın her haltın bir nedeni var ve cevaplar sadece zamanla geliyor. Bu yüzden dört nala yaşamanın bir anlamı yok. Kahveyi yavaş içmemin sebebi de bu.

Bu yıl etrafımıza biraz daha duyarlı olalım olur mu?

Görme engellilere kitap okuyalım mesela. Cami avlusunda tesbih çekip, yalnızlığını maskelemeye çalışan, iki çift söze-sohbete muhtaç ihtiyar bir amcaya hal hatır soralım. Hayırsız evlatlarından dem vurmasına izin verelim.

Kocaman kocaman bakalım sevdiğimiz adamın/kadının gözlerine. Yaşlı bir teyzenin pazar poşetini taşımak olsun günün mükafatı bazen. Yetiştirme yurtlarında yaşamının anlamını vaktinden erken düşünmek zorunda kalan ve buz gibi ranzalarda çocukluğunun sınırlarını zorlayan minik bedenleri unutmadan isteyelim evrenden ne isteyeceksek...

Bu yıl, insanlara iyilik yapma yılı olsun... Ama suistimalci çakallara fırsat vermeden lütfen olur mu?

Yaşam koşulları zaten yeterince zor ve yıpratıcı. Ekonomik şartlar temel parametre olduğundan beri yüzümüz gülmüyor. Artık insanlar birbirine karşı tahammülsüz. Biliyorum ki, geçim kaygısı taşırken etrafımıza olan hissiyatımız doğal olarak zayıflıyor. Biliyorum ki, çıkarlar, menfaaatler ve kişisel hırslarımız bizi hiçbir zaman tam olarak terk etmiyor. Ama siz de şunu bilin ki, bu hayatı zorlaştıran; kuruyan kalplerimiz... Çatık kaşlarımız..

Ben mi?

Sevdiklerimleyim... En sevdiklerimle!

Mutlu yıllar... 

1 yorum:

Yürüyüp Geç

12:14 Bahar ERGÜL 3 Comments

Yazip yazip sildigim zamanlardayım. Varlıgını fark eder etmez patlayıp baloncuğa dönüşen düşüncelerimin arkasından bakarken yaşlanacakmışım gibi geliyor. Kolumdan dürtüp 'uyandırıyorlar' olmak istediğim yerlere dalıp gittiğimde.

'Neyin var Bahar?'
Bilmiyorum. Bu ara hayatın 'bilmiyorum' aşamasındayım. Hicbirseyi bilmedigim, bildiklerimi unutmak istedigim ve yeni bilmelerden ölesiye korktuğum zamanlarda. Her b.ktan emin olmak ve herşeyi 'bilmek' ne muhteşem bir sığlık tanrım! Ne muazzam bir körlük? Anlamak isterken yorgun düşüyorum.


Yaşamak karşı konulmaz bir 'akış'ken, yerinde durmuyor hiçbir şey. Zaman, insanlar, acılar, kitaplar, filmler, mutluluklar geçiyor.. Sen de geçip gidiyorsun önemli ve büyük zannettiklerinden. Yorgunluklar kalıyor geriye. Hiç bitmeyeceğini sandığın hüzünler, öyle tarifsiz bir huzur bırakıyor ki. İyi ki yemişim lan ben bu zokayı diyorsun.

İyi bir şey yürüyüp geçmek. Bazı acılar yürüyüp geçmedikçe düşmüyor yakandan. Huzur dediğin şey de yine yürüyüp geçince kucaklıyor insanı. Bir de yolda gördüklerin ve onların hazırladığı sürprizler var tabi yürüyüp geçerken? Hadi onlar da büyüsü olsun anlatmıyım. Kısaca bazı dolambaçlar yürüyüp geçilmek için çıkıyor karşına hayatta.
 
Yürüyüp geçeceksin birader. Kime ne bok olursa olsun, yürüyüp geçeceksin elinden gelen herşeyi yaptıysan eğer. Kafanı çevirip bakmayacaksın geriye.


Kız kardeşim nişanladı. Bana kalsa asla vermezdim ama babam, 'gençler birbirlerini beğenmiş, sevmiş' dedi. 'Sevişmişlerdir bile onlar' diyecektim ama deli olduğumu fark etmeleri için çok erken bir evre olduğu kanısındayım. Bizim ufaklık 40 günlük bebekti ikimiz evde yalnız kalmaya başladığımızda. 7 yaşındaydım ve ona ben bakıyordum. Bir gün küçücük mememi ağzına sokmaya çalışırken babama yakalanmıştım. Ben emmiyor diye ağlarken, babam kahkahalara boğulmuştu. O an'ı hatırladım 'Allah'ın emri' dediklerinde.

O yüzünü buruşturan pembe, buruşuk ve yüzü isilikli şey, kahve ikram ediyordu 'bundan sonraki ailesine'. Gözlerim doldu. Hayatının kalan kısmını başka insanlarla geçirecek olması fikri beni çıldırtıyor. Çok mutlu olmasını istiyorum. Sonsuza kadar. Eğer etmezlerse ciğerlerini sökeceğim hepsinin.

Ben mi?
Aidsten korunmak için seks yapmayan abazalar gibiyim.
Acı çekmemek için aşktan kaçmak, dünyadaki başka bir boka benzemiyor çünkü.
Yıllar sadece kabuklarımıza kötü davransaydı keşke.



Spora başladım.
Acayip kitaplar bitirdim. Deli gibi okuyorum.
Sabahları erken kalkıyorum.
Sosyal medya olayını hafifletince bir dinginlik geldi.
İtalyanca şarkılar dinliyorum. Ne tatlısınız.
Çok yakın bir arkadaşım ameliyat oldu.
İşler korkunç yoğun. Bayılacak gibi oluyorum bazen gerginlikten.
Saime'yi ve Eda'yı çok özledim.
Yağmurlu havalar aşkımsınız.


Adını buraya yazamayacağım ciddi bir rahatsızlık teşhis edilmişti geçtiğimiz kış biterken. Bir omuza yaslanarak uyumaya, birinin eriyip giden bedenime sarılmasına en çok ihtiyacım olduğu, fakat sevgilimin bile siktirolup gittiği dönemde çok hastaydım ben. Babamla çaresizlik içinde hastane köşelerinde sürünüp, işler yolunda gitmezse anneme ne yalan söyleyeceğiz diye düşündüğümüz simsiyah zamanlardı. Saçlarım, kaş ve kirpiklerim beni terk etmiş, tırnaklarım ufalanmıştı. Aylar sonra ilaç tedavisi yanıt verdi nihayet. Ameliyatsız yırttım ve şimdilerde dökülen saçlarımın yerlerine de yenileri çıkmaya başladı alnımda. Çok salaklar ama seviyorum onları; iyi ki geldiniz. Bir daha gitmeyin olur mu? Kaşlarım, kirpiklerim ve tırnaklarım da cılız olmakla birlikte buradalar artık.

Hayat kısa.
O istediğin ayakkabıyı al, sevdiklerine sarıl.
ve yürüyüp geç.

3 yorum:

Bayar! Babam Bana Koyun Aldı!

10:49 Bahar ERGÜL 1 Comments


''Bayaaaaarrr!!! 
Babam bana koyun aldı!'' 
(Hiçbir çocuk adımı tam olarak söyleyemedi, al sana mis gibi bir ukde daha...)

Bu cümleyle geldi yanıma koşarak. Nefes nefese kalmış, yanakları al al olmuş, heyecandan yerinde duramıyordu. Gülmek her yaştaki insana yakışıyor da, çocukların masumiyeti daha bir gün yüzüne çıkıyor sanki..

Kıpkırmızı yanaklarını sevdikten sonra ''neredeymiş koyunun? dedim. ''Aşağıda, hadi gel sev, kimseye sevdirmedim'' dedi. Yüzüne baktım, kocaman açılmış gözleri... Terliklerimi ayağıma nasıl geçirdiğimi bilmiyorum, ha bire üstümü başımı çekiştirip duruyordu.

Birlikte koyunun yanına gittik. Daha doğrusu beni, o kokuş kokuş hayvanın yanına resmen sürükledi. Yanımda hoplayıp zıplıyor, çığlık çığlığa babasına teşekkür ediyor, öpücüklere boğuyordu. ''Dünyanın en iyi babası!'' diyordu. 

Çocuk olmak ne güzel şey. Dünyanın en iyi insanlarını etrafındakiler zannediyorsun.

Hemen bir isim bulduk koyuna; Hasan oldu adı. Dedesini çok seven bir çocuk için sanırım bundan daha masum ve değerli bir jest olamaz.

Yaklaşık bir hafta boyunca her sabah kapıya dikildi. ''Hadi Hasan'a kahvaltı yaptıralım.'' Birkaç kez direnmeye çalıştıysam da bayan hazır cevap ''seni aç bıraksalar hoşuna gider mi?'' deyince teslim oluyordum. Hayattaki en korkunç şey, bir çocuğun kalbini kırmaktır bana göre.

Çaresiz sürüklenerek onunla birlikte aşağıya iniyor, o dayanılmaz kokuya katlanıp saatlerce Hasan'la oynuyordum.

Afacanın keyfine diyecek yoktu. Hasan, O'nun elinden ot yerken kahkahalar atıyor, sırtına binip gezmeye bayılıyordu. Çocuk aklı işte, ''çişi gelmiş bana söyledi'' diye ipinden tutup gezmeye bile götürüyordu zavallı koyunu. Ben de peşlerinden tabi.

O kimseyle konuşmayan huysuz ve kavgacı çocuk, Hasan geldiğinden beri cıvıl cıvıldı. Yemek yerken bile aklı hep koyundaydı. Eve sokabildiğimiz nadir anlarda da pencerenin önünden alamıyorduk cadıyı. Tabağındaki yemeklerin yarısını ayırıp, gizli saklı koyuna götürüyormuş. Bir akşam bize geldiler.

Bizimki mandalinasını soyup, o 2 dilim zor sığabilen küçücük avucunu bana gösterip kulağıma ''Hasan'ın yanına gidelim'' dediğinde gözlerim dolmuştu. Annesi, gece uyanıp koyuna baktığını, ona iyi geceler deyip el salladığını, koyuna öpücük gönderdiğini filan anlatmıştı. O bacak kadar çocuğun, minicik yüreğine bu kadar sevgiyi nasıl sığdırdığını hala düşünürüm..

Sabah saatleriydi...

Mutfakta kahve içerken aniden irkildim. Kapımız yumruklanıyordu. Babam,  ''kızım şu kapıyı aç, yoksa kıracaklar''  dedi. Açtım. Boyu zile yetişmediği için, olan gücüyle yumrukluyordu kapımızı.

Yüzü kıpkırmızı, ağlamaktan sesi kısılmış, saçları dağılmış, avaz avaz bağırıyor; apartmanı inletiyordu fakat sürekli haykırdığı için ne dediğini bir türlü anlayamıyordum. Eğildim, sarılmaya çalıştım ama ne mümkün! Öyle fena çırpınıyordu ki zapt edemedim... Noldu sana? dedim. Cevap veremeden kucağıma yığıldı ufaklık...

Arkasından üstü başı kan içinde babası geldi. Suratında bugün bile hala unutamadığım o iğrenç gülümsemeyle. Anlamak zor olmadı tabi !

Madem bu haltı yiyeceksin,madem senin için dindarlık hayvanları öldürüp etlerini yemekten/dağıtmaktan geçiyor; O çocuğun duygusal bağ kurmasına neden izin veriyorsun? 'Dini bütün bir müslüman' çıkar mı o bünyeden bu saatten sonra?

Dinin dogma yaptırımları yerine yalan söylememeyi öğretsek? İnsanlara haksızlık etmenin kötü bir şey olduğunu.. Dünya üzerindeki bütün canlıların eşit yaşam hakkına sahip olduğunu mesela? 

Din eğitimi ve kurban kesmenin önemini (!) anlatmak için biraz hunharca bir yöntem değil mi bu? Bu çocuk 4 yaşında üstelik?

Dünyanın hangi ara böylesine büyük bir cehenneme dönüştüğünü düşünme zahmetine girerseniz bir gün; etrafınıza bir bakın. Hayvan sevgisini alnına bir parmak kan sürerek anlatmaya çalıştığınız çocuklar büyüdü.

Şimdi buradan yola çıkarak inançlarıma yürüyebilir, Müslümanlık seviyeme not verebilirsiniz. Uzun zamandır sallamıyorum böyle şeyleri. Dinler üstü ahlak kuramından rahatsız olmayacak kadar eğittim kendimi. O iç geçirerek kucağımda sızıp kalan çocuğu önemsiyorum ben.. Kanlar içinde gördüğü babasını nasıl unutabileceğini önemsiyorum.

Hayvan keserek kutladığınız bayramlarınız sizin olsun.

1 yorum:

Boşver Dedim Hep Kendime, Boşver Bahar...

14:37 Bahar ERGÜL 2 Comments

 


Selamlar!
Bugün 30. yaşımla birlikte geçirdiğim 13. gün.. Biraz yabancıyız birbirimize. Domuz gibi davranıyorum ona. Takılmadan dümdüz 30 diyemedim henüz... Alışırım herhalde.
 
'Göstermediğimi' söyleyenlere kahve, tatlı filan söylüyorum sefil bir mahluk gibi. Dünyanın en samimiyetsiz tebessümüyle teşekkür edip, içimden kendime küfür ediyorum. Senin ağzına s.çayım Bahar! Ne zaman bu kadar aciz ve zavallı bir kadın oldun sen?
 
Şaka bir yana, 30. yaş bana bir rahatlama getirdi dostlar...
Dünya umrumda değil. Daha önceki yazılarımdan bilenler bilir, son 1 yılım gerçek anlamda kabustu. Sıkıntının her çeşidini ve boyutunu yaşadım. Ne yaparsam yapayım bir türlü toparlayıp yoluna koyamıyordum hayatımı. Sürekli bir yerlerden -genellikle sevdiklerimden- darbe üstüne darbe geliyordu. Hayatımda elle tutulur ne varsa hepsini birer birer kaybettim. Kaybetmek dediysem; çoğundan ben vazgeçtim. Sonuçlarının canımı çok acıtacağını bilerek üstelik.
 
Hani bazı 'şeyler' ve bazı insanlar vardır... Saplantılı alışkanlıklar gibi, sizi mutlu etmenin kıyısına bile yaklaşmaz ama anlamsız bir şekilde onlardan vazgeçmeyi asla göze alamazsınız. İlk zamanlar kazanç zannedersin ama finalde bir bakmışsın yediğin gol çok büyük!
 
Ciddi kopuşlar, çok ama çok zorlu virajlar ve son tahlilde yine kırılmalar... Büyük yorgunluklar getiriyor böyle dönemeçler. Kendini böcek gibi hissediyorsun. İnandıklarından bazılarının yerini değiştiriyorsun, bazılarını çöpe atıyorsun, içindeki çocukla göz göze geldiğinde ise g.tünün üstüne oturup yavaşlıyorsun.. Düşünmeye başlıyorsun.. ve inan bana o küçük afacandan kaçış yok!
 
Şöyle bir dönüp bakıyorum da sağlam g.t varmış bende! Sağlam s.ktirler çekmişim 'sağlam' sevdiklerime... Sendelediğim de doğru evet. Ama boşver dedim hep kendime. Boşver Bahar, ayakta kalacaksın ve yola devam edeceksin. Zaman daha iyilerini yerine koyacaktır zaten. Sen kendi seçimlerine bakacaksın, başkalarınınkine değil. Herkesi, herşeyi affet dedim kendime...  Affettim ve hafifledim!
 
Yeni kahveler deniyorum bu sıralar.... ve kahve insanlardan daha iyi geliyor bana. Tam 3 şişe İtalyan şarabı aldım, bu adamlar işi biliyor, Toscana müthiş! Bir de Mavi Melek diye bir meyhane var Taksim'de, levrek marini efsane! Ben karşımda oturan iliği kesmekten önümdekilerle layıkıyla ilgilenmedim. Bu yüzden oraya sırf tadım yapmak için tekrar gidip güzel bir yazı hazırlayacağım size söz. Ama bak levrek marini unutmayın o manyak bişey! 
 
Yeni işimde 5.ay bitti. İlk zamanlar bilmemenin verdiği korku, şimdilerde yerini tarifsiz ve keyifli bir özgüvene bıraktı. Farklı insanlar, ağır sorumluluklar.. Para kazanmak artık büyük fedakarlıklar istiyor. Çok yorgun ama çok mutluyum! Bu arada dedikoduya karşı bir refleksim kalmamış onu fark ettim. Her işyerinde olur -ki bizim sektörde biraz fazla maalesef. Önceden yakalarına yapışıp kanırta kanırta hesap sorardım. Şimdilerde gülüp geçiyorum. Dedim ya, şeyimde değil.

En yakın arkadaşımla deliler gibi içip kahkaha atıyoruz, bizi görenler bunlar kocayı yeni boşamış diyordur kesin. Kız arkadaşlar çok başka bir boşluğu dolduruyor, iyi ki varsın...
 
Spora başladım nihayet! Sabahları erken kalkma alışkanlığım geri döndü. O depresif zamanlarımda her fırsatta kendimi uykunun kollarına bırakırdım diyemeyeceğim çünkü resmen zıbarmaktı benimki. Aferin bana, yine iyileşmişim demek? Küçükken korkunç bir yaratık olduğum için başıma gelmeyen kalmadı benim. Annem 'bu kız dokuz canlı' demekte haklıymış.
 
Anneme hak vermeye başladığım konularda bir artış var. Bu iyi bir şey mi?
 
Ev dekorasyon mağazalarına dadandım bu aralar. Odam çok güzel oldu, evim cıvıl cıvıl.. Kaktüs koleksiyonumun bakımı artık beni çok zorluyor. Yeni bir kitaplık almam gerekiyor galiba, halbuki daha geçen ay aldım. Yine bir tane kitap koyacak yer kalmadı. Kitap demişken alın size bir kitap önerisi; Cogito'yu duydunuz mu? Aşk sayısı başucu kitabım şuan.. Aşk'ın bilimi olur mu? demeyin. İnanılmaz makaleler yazmış adamlar.

Ha bir de Antonis Remos var...
Gözümü açar açmaz müzik setinin tuşuna basmama neden olan yeni sevgilim. Ben yüzümü yıkayıp kahve makinasının başına geçene kadar ilk şarkıyı yarılamış oluyor.
'Mi me rotaei kaneis...'
 
Kimseye sorma diyor Antonis... Haklısın, doğrusun, büyüksün ve iyi ki varsın Antonis...
 
Yazarım yine!

2 yorum:

YOL HENÜZ BİTMEDİ !

10:05 Bahar ERGÜL 3 Comments


(bu fotoğrafta 4 yaşındayım, ayağımdaki pazen donu annem dikmişti.Arkadaki perde milli perdemiz)


Yaş almak panikletirdi beni. Yetiştiremeyeceğim! derdim. Yetmeyecek bu zaman! Acemilik yıllarını atlattığımı/atlatacağımı zannettiğim zamanlar oldu. Şimdilerde anlıyorum ki o 'acemilik' zamanı hiç bitmiyor nefes aldığın sürece.

Tam da bu yüzden kasmıyorum artık ve kovalamıyorum hiçbir şeyi.. Çünkü bir 'şey' olmak istemediğime kanaat getirdim. Bir 'şey' değil; mutlu olmak istiyorum ben.

Öğrenmenin yaşı yok diye boşuna dememiş 'büyük'ler. Doğum günlerimde öğrendiklerimin listesini yapmaktan vazgeçtim bu yüzden. Öğrenmem gerekenlerle daha çok alakalıyım epeydir. Her koşulda 'insan olabilmek' başlı başına büyük bir ödev hepimiz için. Her koşulda!

Başıma ne gelirse gelsin 'güvenmek' ve 'sevmek', etrafından hiçbir zaman uzaklaşmadığım/zaman zaman canımı acıtsa da uzaklaşmayı tercih etmediğim iki büyük mabet benim için. Ben o kıyılarda mutluyum. Bugün bu satırları yazan beni ben yapan ne olup bittiyse, güvenmek ve sevmek gibi morfine benzeyen duygular sayesindedir hep...

Morfine benzemesi de ilk zamanlar tarifsiz bir haz vermesinin ardından kalbimi kıran gerçeklerle yüzleştirmesinden. Çok şey borçluyum bu yüzden onlara...

Tüm kalbimle, kalbime teşekkür ederim. Hak etmemiş, etmemiş herkese yer açmaya çalışan masum çabası için!

İyi ki güvendin karşına çıkan her yolcuya! Karşılığı altından kalkamadığın yükler olsa da... İyi ki sevdin insanları ayırd etmeden. Onlar sana kalbini kırarak cevap verip, gözyaşlarının tuzuyla yüzleştirse de... İnsanoğlu hassasiyetleriyle sınanıyor hayatta.

Hiç haddim olmayacak kadar büyük sınavlardan geçtim bu yıl..
Yalnızlığın her zaman katlanılabilir bir şey olmadığını keşfetmek,
Kitapların ve müziğin her nereye gidersen git, muhteşem yol arkadaşları olduklarını görmek,
Toplum seni hiçbir mantıklı açıklaması olmayan saçma sapan kalıplara hapsetmeye çalışsa da özgür ruhlu olmanın inanılmaz bir ayrıcalık olduğunu anlamak!
Aşkın 'herşeye rağmen' şifa veren bir yanı olduğunu itiraf edebilmek,
Kendinden bile fazla değer verip güvendiğin insanların, kuyrukları sıkışınca nasıl çark ettiğine hazırlıklı olmak...

Yerine koyamadığın şeyleri (güven, sadakat) kaybettiğinde bile buna sebep olan insanları affetmek,
bir de ne olursa olsun koşmaya devam etmek! Hedefleri olan insanlar için engeller sadece birer dinlenme noktası.

Bahar' cığım...
Yaşamaya, denemeye, güvenmeye, paylaşmaya, kazanmaya, kaybetmeye keşfetmeye, yorulmaya ve her sabah tekrar ayağa kalkıp yeni yollara düşmeye hazır ol!

Yol henüz bitmedi!


3 yorum:

Nerede Mutluysan...

00:18 Bahar ERGÜL 2 Comments


Aidiyet dipsiz bir kuyu.
Tüm zamanlarımı kabusa çeviren bir gölge ensemde.
Ne yana dönsem, nereye gitsem olmuyor.
Kökleri havada yaşayan bitkilerden yok bir farkım.
Öyle topraksız hissediyorum kendimi.
Öyle amaçsız, öyle şaşkın...


İçimde başka rüzgarlar esiyor anlatamıyorum kimseye.
Dünyanın her yerinde birbirine benzeyen siyasetçiler,
Birbirine benzeyen ihanetler,
Birbirine benzeyen yokluklar...


Gitar çalan bir serseriyle varoş bir kenar mahalle kızının, anlık bir tereddütünden ibaret olabilir mi tüm mevcudiyetim?
Kabuğum bu kadar sağlam ve sertken, içeride kaynayan volkanı kim anlayacak?
Biri anlamak zorunda mı?
Bu dipsiz karanlık nerede son bulacak?
Ya bu sürekli soru sorma/saçmalama hali?
Son bulacak mı?
Ya bulmazsa?
Deliriyor olabilir miyim?


'Bizim mahalle...' diye başlayan cümlelerim olsun istemiştim hep.. Zaman da kayıtsız kalıyor bazen bitmek bilmeyen beklentilerimize... Beklediklerimize...!

Hiçbir şeyi sahiplenmedim ben. Denediğimde de beceremedim zaten. Benim zannetiklerim öyle olmadığını göstermekte cömert davrandı. Ya da ben o duyguyu çok ta layıkıyla taşıyamadım. Kim bilir?

Duygusal bağ kurduğum çok az şey var hayatımda.
Çocukluğumun kahramanı oyuncaklarım...
Kitaplarım, çizgi filmlerim, gitarlarım!
Onlar bile hiçbir zaman 'benim' olmadı ki?
Ne zaman özenen bir çift göz görsem vazgeçtim hepsinden teker teker.


Vazgeçtikçe hafiflediğim ne çok şey var...
Benden vazgeçenler de oldukça hafiflemişlerdir muhtemelen?
Başka şeylerin ağırlığı altında ezilmiş olsalar da...


Hiçbir şeye 'benim' gibi davranmadım.
Hiçbir insana mülkiyetim gibi bakmadım.
Bu yüzden gittiler.
Ne ben kalabildim bir kalpte,
Ne kalmak isteyeni tutabildim.
Saygı duyduğum ve yasını tutmaya çalıştığım hüzünlerim oldu sadece...
Ötesi yok.


Ağlama yetimi kaybetmediğim zamanlar hatırlıyorum. Bilmenin, görmenin ve anlamanın ağırlığıyla tanışmadan, Tanrı'nın lanetinden haberdar olmadan mutlu olduğum, kaktüs koleksiyonumun üzerine titrediğim zamanlar. Yılmaz Erdoğan şiirleri okuduğum zamanlar...

Beceremiyorum artık.
İstediği kadar sızlasın içimde kabuk tutmayan yaralar.
Sessizce dalgınlaşıp, donup kalıyorum.
Hiçbir hayati refleksim yokmuş gibi geliyor canım acıdığında.
Korkularım eşlik ediyor gecelerime.
Midem ağrıyor.


Seneler evvel yaşlı bir amca 'nerede mutluysan oraya aitsin kızım' demişti.
Nerede mutluysan...


Ancak mutlu olunca aydınlanıyor galiba bu karanlık? Mutlu insanlara bakın, kafalarında hiçbir tereddüt, hiçbir şüphe yoktur onların. Sinir bozucu bir şekilde her şeyden emin oldukları için, hayatın içindeki karanlık zamanlar umurlarında olmaz çoğu zaman.

'Nerde mutluysan' demişti.
Nerede mutluysan...

2 yorum:

Bitmez Bu...

17:23 Bahar ERGÜL 1 Comments


Selamlar!

Aslında yazmaya pek te niyetim yoktu. Niyetten ziyade halim yok açıkçası. Bir kaç zamandır cümle kuramıyorum. Ne zaman kalemi kağıdı alsam elime, içimde kocaman bir boşluk.. Hiçbir kelime, hiçbir edebi akım anlatamayacak gibi geliyor derdimi ve başımdan geçenleri. Ne yapsam eksik ve yetersiz kalacak sanki. Sürekli erteliyorum söylemek istediklerimi.. İçim sustuklarımla doldu. 

Bundan sebep biraz daha kafamı toplayıp geçecektim klavyemin başına.. 

Biraz daha sakinledikten... Sevdiğim bir kaç şarkıyı dinledikten.. Belki biraz küfür ettikten... Biraz daha netleştikten sonra...

Sonra düşündüm...
Son 7-8 ayda başımdan geçenleri düşündüm.
Bu küçücük zaman zarfında nelerle ve nasıl sınandığımı düşündüm.

Bitmez bu dedim.
Hayatın bizler için hazırladığı sürprizler bitmez.
Bu yol da bitmez, bu tuhaf kıvrımlar da bitmez..


Sen yine de yürü Bahar dedim.. Eksik, yarım, olmuş, 'olmamış'... Ne fark eder?
Sen yine de yaz Bahar dedim.. Elbet bir yere ulaşır kelamın.
Belki sevdiklerine, belki sevmediklerine..
Ama mutlaka ulaşır..


Hayatta güzel şeylerin olduğunu ve hala bir yerlerde iyi insanların yaşadığını bilmeye ihtiyacım yok artık. Herkes maşallah öyle 'prens' ve 'prenses' ki.. Bir gün iyilikten ölecekler(!)
O yüzden geçtim oraları. ''İyi insanların'' yedikleri haltlardan midem bulandı artık. İlgilenmiyorum iyiyle kötüyle..


Benim beynim başka bir yerde dört dönüyor, tehlikeli sorular üretiyor. Sürekli kötü şeyler yaşayıp, kötü insanlarla yollarım kesişiyorsa, temizlenmesi gereken karma'nın derinliğinde kaybolmamak mümkün müdür mesela?

Her zaman hak ettiklerinle karşılaşmazsın elbet, hayat küstah davranıyor insanoğluna bazen, onu anladık. Lakin bunun bir dengesi olması gerekmiyor mu?

Bir dostum bu idrak düzeyi için 'e büyüdün artık Bahar' dedi. Sağolsun (!)

Bu yaşımda anladım ki merhamet dünyanın en tehlikeli duygusu!
İşe aldığım bir personelim beni tehlikeye atma pahasına hırsızlık yapıp yakalandığında anladım bunu. (başka bir yazının konusu bu, mutlaka yazacağım)


Sadece merhamet değil, insanı insan yapan bir çok duygu, kontrolsüz yaşanıyorsa büyük bela dostlar..

Kırdım kalemi, gelecek bu yazıların devamı..
Kalın sağlıcakla..

1 yorum:

Aşk İle...

19:35 Bahar ERGÜL 2 Comments



Acının insanoğluna sunduğu 2 seçenek var; ya bilgeliğe götürüp sonsuz bir dinginliğe ve iç huzura kavuşturuyor ya da kabuğunu sertleştirip özünden uzaklaştırıyor..

Yola seninle devam etmek isteyenler bütün koşulları zorlarken, önemsediklerin ait oldukları deliklere kaçıyormuş.. Hakkımız olduğunu zannetmiyorum ama, kızıp küfür etmek, lanet okumak ta bir seçim.

Hepimiz neysek O'yuz. Önemli olan değişime ve dönüşüme cesaret gösterebilmek. Şu sıralar Tasavvuf okuduğum için mi bilmiyorum inişli/çıkışlı ruh halimde tuhaf sapmalar çarpıyor gözüme. (Bir arkadaşım insana benzemeye başladın dedi)

Tahammülsüzlüğüm, ayrıntılara yüklediğim korkunç anlamlar ve herşeyi kontrol altına alabileceğimi zannetmem bilmiyorum ki hangi gerzeklik kategorisinde? Ne zor kabullendim ki insanlar istedikleri şeyi, istedikleri gibi anlamakta sınırsız özgürlüğe sahip.. 

Bu anlama biçimi her zaman senin istediğin boyutlarda olmak zorunda mı? İç içe geçmiş, varlığından uzun zaman haberdar olmadığın ve ansızın hortlamakta üstüne olmayan acılar bazen görüş mesafeni düşürüyor.. İşte ben o mesafelerde kitaplara sığınıyorum, Sebahattin Ali'ye, Selahattin Yolgiden'e..

Ruhumdaki çatlakların fay hatlarına dönüşmeye başladığını görüyorum bazen. Korkuyorum onlardan birinin içine düşmekten.

Bunun yanında başka şeyler de görüyorum tabi. Tedavi etmek için gelenlere de kafayı yedirip gönderdiğimi mesela.. Bazıları zaten kötü kıyılardan geliyordu, bazılarıysa benim yüzümden boktan adamlara dönüştüler..

Bir Tasavvuf aşığı diyor ki;

''Herşeyin birbiriyle bağlantısı var, anlamak için acele etme. Önce kendinde olanı görmeye ve anlamaya çalış. Kendi kusurunu görmeyen, onu başkasında arar unutma.. Tıkandığını hissettiğinde yapacağın en muhteşem şey yavaşlamak, sadece yavaşla.. Görüntünün bir anda nasıl netleştiğine bak. Kendi özünü tanı, o sana yol gösterecektir.

Sen kendine kıymet vermedikten sonra, başkasından beklemek haksızlık değil mi? Başına ne gelirse gelsin çıkamazsın bu merdivenleri kendi kör noktanı bulmadıktan sonra!''

Yangından ilk kurtarılacaklar belli aslında. Sadece kavga etmeyi bırak, evrende herşey senin istediğin gibi olacak değil ya? Planlamadıkların gerçeğin olduğu zaman neden küsüyorsun? Belki seni başka bir şeye hazırlıyordur o sövdüğün şey?

Defalarca karşıma çıkan şey şu ki; hayatta bir dalga etkisi var. Ne savurursan denize, o vuruyor kıyıya.. Hak etmediklerin de olabilir aralarda. Onlar da başka eksiklerini tamamlamak için..


Aşk ile..


2 yorum:

Tarhana Kokusu...

11:04 Bahar ERGÜL 1 Comments


Bu sabah tarhana kokusuna uyandım.
Evde tarhana çorbası pişiren de yok üstelik?
Çocukluğumu özlediğimde böyle oluyor hep… Kendimi yalnız hissettiğim ve nefes alamadığım zamanlarda…
İster Amsterdam’a olayım, ister Yunanistan’da.. İsterse de, İstanbul’un yüksek binalarının arasında kilit olmuş bir trafikte korna sesleri dinleyeyim…
Bazen içimde birinin yaşadığını düşünüyorum. Bazı sabahlar erkenden kalkıp tarhana çorbası yapıyor. Kalbimden tarhana kokusu geliyor burnuma.. Gelirken bütün hormonlarımı harekete geçirip, bir zaman makinesine sokuyor beni itiş kakış.

Bundan 25 yıl geriye gidiyoruz tarhana kokusuyla birlikte... Makinenin kapısını açar açmaz karşımda beliriyor 4 yaşındaki Bahar. Meraklı, afacan ve sonsuz yaramaz!

İçim burkuluyor.. Ne muhteşem bir şeydi çocuk olmak..

Sisli puslu hatıralarım yok çocukluğuma dair. Utançlarım, yaramazlıklarım ve gururlandığım zamanlarla birlikte yaşadığım ya da bana yaşatılan ne varsa, su berraklığında...

Kırmızı rugan ayakkabılarım (kurdelasız olmaz), sarı buklelerim, kocaman gülüşüm… Babamın ‘kocaman’ elleri… Evdeki zeytinyağlı yemek kokusu…Yaklaşmamın 'yasak' olduğu pencerenin önündeki menekşeler ve annemin her hasta olduğumda zorla içirdiği tarhana çorbası…

‘Kızım içmezsen iyileşemezsin, bak çok vitamin var bunun içinde. Birazcık iç, hadi prensesim benim…’

İçmicem işteee!

İstanbul yağmurlu bugün. Bi kahve yapıyorum şimdi. Bi kaç dergi almıştım kendime, yoğunluktan ambalajlarını bile açamadım. Onları karıştırırım biraz. Kafam dağılır belki..


Ağlayarak reddettiğiniz şeyleri, yine ağlayarak özlediğiniz zamanlarınız oldu mu sizin hiç?

1 yorum:

Bazı Şarkılar...

19:18 Bahar ERGÜL 1 Comments


Bazı şarkılar vardır, geri dönmek istemediğiniz yerlere götüren...Özlediklerinize kavuşturan. Sizin yerinize 'seni çok özledim' diyen...
Bu şarkı onlardan.
 
Bir arkadaşım demişti ki ;
'Ne kadar değişirsen değiş, nerede mutlu olduysan, hep oraya çevirirsin kafanı...'

Bu şarkıyı her gün dinliyorum.
Ve gözlerim...
Hep aynı yöne bakıyor...

1 yorum:

Kadere Bak !

10:30 Bahar ERGÜL 1 Comments

Hayat zor. Birine güvenmek, onunla bir gelecek planlamak daha zor. Bunu göze alıp aşka teslim olanlar, bazen kötü sürprizlerle karşılaşabiliyor ne yazık ki.

Bir arkadaşım vardı. Üniversitede aynı fakültedeydik. Sanat tarihi okuyordu. Son derece neşeli ve hareketli biz kızdı. Hiçbirimiz onun çenesiyle baş edemezdik. İnandığı şey ne olursa olsun fikirlerinden asla taviz vermez, bazen görüşlerini ifade ederken agresifleşirdi. Yokluğunda  'ne kadar sabit fikirli'  diye az dedikodusunu yapmadık, Allah affetsin.

Bir gün aşık oldu. Ama ne aşk! Ayakları yerden kesildi. O deli kız gitti, yerine başka biri geldi. O kadar sevecen, o kadar naif bir insan oldu ki... Bağıra bağıra konuşan insanın yerinde, empati yapabilen, duygusal ve hiç olmadığı kadar hisli bir kadın duruyordu. Aşk insana neler yaptırıyor demekten kendimizi alamadık.

4 yıl süren birliktelikten sonra muhteşem bir düğünle evlendiler. Eskisi kadar sık olmasa da belli periyotlarda görüşüyorduk. Evlilikleri gayet iyi gidiyordu. Hatta görüşmelerimizin birinde mutluluklarını perçinleyecek bir bebek istediklerini söylemişlerdi. Mutlu olmuştum onların adına.

Fakat...

Aslında hiç olmadığınız bir insan gibi davrandığınız zaman, içeriğinizde bulunmayan şeyler var-mış gibi gösterdiğinizde mutlaka bir yerde işler sarpa sarıyor. Tıkanıp kalıyorsunuz. Bizim kız da tıkanıp kalmış, aşk çekip gittiğinde özüne dönmüştü. Eski hırçınlığına ve ne yazık ki saldırganlığına yenik düşmüştü. Duygularını besleyen saygı da zamanla kaybolmuştu...

Enişte bey ise neye uğradığını şaşırmış vaziyette. 'Ben bununla nasıl evlendim?' diye kara kara düşünüyor zavallı. Hiçbir suçu yokken eşi tarafından bir takım saldırgan ve kırıcı hareketlere maruz bırakılmış. Kız arkadaşım ne kadar baskınsa, enişte bey o kadar kırılgan ve hassas.

Geçenlerde ortak arkadaşlarımızdan biri, bizim kızın edepsizliği iyice ele aldığını, ben konuşursam belki biraz düzeleceğini söyledi. (Terzi kendi söküğünü dikemez)

'Bahar, durumları çok vahim'  diye konuya girdi arkadaşım.

Her yerde bağıra çağıra kavgalar edilmiş, hakaretler havada uçuşmuş, birbirlerini iğrenç şekillerde aşağılamışlar. Konu komşularından tutun, alışveriş yaptıkları süpermarketin görevlilerine kadar herkes duymuş bunları... Oturdukları semte rezil olmuşlar. Tüm samimiyetimle söylüyorum sırf enişte için endişelendiğimden, konuşmayı kabul ettim. Hanım kızımızı tanıdığım için neler yapabileceğini çok iyi biliyorum...

Evlerine gittiğimde kapının önünde dondum kaldım! Gördüklerim inanılır gibi değildi. Ev savaş alanına dönmüş, arkadaşım eşyalarını toplamış, salyalar saçarak 4 yıldır aynı yastığa baş koyduğu adama ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. Feci bir kavgaya daha tutuşmuşlar...

Boşanma davası çoktan açılmış. Para ve mal mülk için savaşıyorlardı artık…

Hani ben evliliklerini bitirmeden önce bir kez daha düşünmeleri için onlara yol göstermeye gitmiştim ya...?  Mahkemede  'geçinemediklerine dair'  şahitlik yapmam istediler benden. Ayrılmalarını, daha doğrusu ‘birbirlerinden kurtulmalarını’ kolaylaştırmam bekleniyordu yani...

Bir evliliğin bitmesine şahitlik etmek...

Trajik değil mi...

Nikah şahitleri de bendim.

1 yorum:

Danny Collins

15:55 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
‘Hayatı uçlarda yaşamanın muhteşemliğini hayal ederiz de, sonuçları/bedelleri hakkında pek çoğumuzun bir fikri yoktur…’
 
Son zamanlarda izlediğim en başarılı film, başrolünü Al Paçino’nun oynadığı  ‘’Danny Collins’’.
Önce kısaca filmin künyesinden bahsetmek gerekirse,
Yazar, yapımcı ve yönetmenliğini Dan Fogelman yapmış. Bu adam çok başarılı. Hakkında küçük bir araştırma yaparsanız görürsünüz…
 
‘Bolt’ ve ‘Arabalar’ gibi animasyon filmleriyle bu alandaki çıtayı oldukça yükselten ve  ‘Çılgın Aptal Aşk’, ‘Last Vegas’  gibi  ‘sağlam’ komedi filmlerinin senaristliğini de yapmış olan Dan Fogelman'ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi ‘Danny Collins.’  Bu açıdan filmin büyük bir kilometre taşı olduğunu söyleyebiliriz.
 
Oyuncular ise;  Christopher Plummer, Jennifer Garner, Annette Bening, Josh Peck, Eric Lange, Scott Lawrence, Ron Bottitta, Linda Wang, Kyle Leatherberry ve tabi ki (artık 75 yaşında olan) Al Pacino ! 
Filmin türü için, komedi ve dram diyebiliriz. Güldürürken düşündüren cinsten.
 
Bu tarz filmler, vermek istediği mesajı daha net ve kafa karıştırmadan veriyor izleyiciye. Aksiyon filmleri gibi kırıp dökme hissi uyandırmayan, düşündürürken de yaratıcılığınıza dokunan filmleri daha çok tercih edin. Hayat yeterince sert değil mi zaten?
 
Al Paçino deyince akan sular durur benim için! Danny Collins karakteri için, Al paçino mükemmel bir seçim olmuş. Bu adamın, karakter taşıma kabiliyetine dair kurulacak bir cümle yok zaten : )
Dan Fogelman sıra dışı bir hikayeden yola çıkarak, aslında herkesi içinde bulunduğu koşullarla yüzleştirmeye çalışmış ve kararlar alırken, bedellerini de düşünmesi gerektiği gerçeği ile baş başa bırakmış.
‘Danny Collins’ filmi; sanatçıların ve paraya boğulmuş insanların hayatlarında ne olup bittiğiyle ilgili önemsenmesi gereken fikirler veriyor. Bir sanatçının inişli çıkışlı ruhu ve hayatı arasındaki çetrefilli süreçler güzel işlenmiş. Mesela girişte madde bağımlılığı ile ilgili çarpıcı sahneler var.
Dünyaca ünlü ve muazzam bir hayran kitlesi olan rock yıldızı olan Danny Collins, çılgınca bir hayat yaşamakta, dünyanın bütün nimetlerinden faydalanmaktadır. Yaptığı başarısız evliliklerle, etrafındaki sayısız kadınla, sahne ışıklarıyla, duymaya çok alışık olduğu alkışlarla ve elinden düşürmediği viski bardağıyla mutlu olmaya çalışmakta, bir yandan da tükenmişlik sendromu ile boğuşmaktadır.
Ta ki menajerinin kendisine verdiği habere kadar! John Lennon’ un 40 yıl önce kendisine yazmış olduğu mektup, Danny’ye yeni ulaşmıştır. (arka fonda başlayan ‘İmagine’ şarkısıyla film, başka bir frekansa geçiyor ve olaylar zinciri bundan sonra başlıyor)
Bu mektupta Danny Collıns’ in, yıllardır kafasını meşgul eden soruların cevabı vardır!
‘…Kendine karşı dürüst ol, müziğine karşı dürüst ol…’
Danny bu mektubu aldıktan sonra şunu düşünmeye başlar, ‘eğer bu mektubu zamanında alabilseydim, yaşamım nasıl olurdu?’
Hayatı ile ilgili yeni kararlar alarak, hatalarını telafi etmeye karar verir. Hayalini kurup yapamadığı şeyleri yapmak için son turnesini iptal eder ve bir yolculuğa çıkar. New Jersey’de bir otele yerleşir. Burada ailesiyle ve geçmişiyle yaşadığı bir takım yüzleşmeler var. (Sahneler çok duygusal)
Ben detayları anlatıp büyüyü bozmasam diyorum?
Danny Collins diyor ki; Para, insanı sadece yalnız bırakır... İlerde pişmanlık duymak istemiyorsan, sevdiklerinle birlikte olmalısın. Hayat çok kısa!
Keyifli bir yolculuğa çıkmak, bunu yaparken de kendi yaşamınızı gözden geçirmek isterseniz…
Danny Collins kesinlikle izlemeniz gereken bir film…
 
 

0 yorum:

Işıklar İçinde Uyu Oktay Hocam...

11:36 Bahar ERGÜL 0 Comments


 
Söze nasıl başlasam bilemedim bu defa. Adını duyunca bile oturuşumu düzeltme ihtiyacı duyduğum Oktay Hocam bugün aramızdan ayrıldı. 81 yıllık koca çınar yorgun düştü...
Yolun çok başlarında olduğum zamanlarda, kitabı ‘Bye bye Türkçe’ ile hayatıma dahil olmuştu. Türkçe’nin bilim dili olması için ciddi adımlar atmaya çalışan ama maalesef kendi ülkesinden bile destek göremeyen ve ‘sadece ülkesinde’  yalnız bir bilim adamıydı Oktay Sinanoğlu.

Daha sonraki yıllarda da bir büyüğüm elimden tutup konferansına götürmüştü beni. Çok değerli bir insandı Türkiye için. Kıymetini bilemedik ya, hepimize yazıklar olsun.

Tırnağı kırıldığı için haber yapılan saçma sapan bir güruhtan fırsat bulup, pek yer veremediler sevgili basın mensuplarımız bu konuya.
İngilizceyi ana dili gibi konuşabilen fakat bütün konferans ve sunumlarında ısrarla Türkçe konuşan bu adam, pek dikkat çekmedi nedense! 
Oktay Hoca’yı bilenler bilir, Nam-ı diğer ‘Türk Aynşatynı’

26 yaşında Yale Üniversitesi’ne profesör olmuş, 2 kez Nobel ödülüne aday gösterilmiş, matematik, moleküler biyoloji, fizik, astrofizik, nükleer fizik gibi alanlarda dünyada adından söz ettirmiş, bir dönem ABD kimya enstitüsüne başkanlık yapmış bir bilim adamıdır kendisi.

Giden gitti ama siz çocuklarınıza gurur duyacağı bir şeylerden bahsetmek isterseniz burada kısa ve öz bilgiler mevcut.

Oktay Sinanoğlu;
1953/18 yaşındayken : Atatürk tarafından 1928 yılında kurulmuş olan TED Yenişehir Lisesi’ni burslu olarak okudu ve birincilikle bitirdi. Aynı okulun bursuyla kimya mühendisliği okumak üzere ABD’ye gitti.

1956/21 yaşındayken : ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley kimya mühendisliğini birincilikle bitirdi.

1957/22 yaşındayken : Massachusetts institute of Technology ' yi (mit) 8 ayda birincilikle bitirerek Yüksek Kimya Mühendisi oldu.

1960/25 yaşındayken : Yale Üniversitesi’nde "Asistant Professor" (yardımcı doçent) olarak çalışmaya başladı.

1961/26 yasındayken : Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı ile "associate professor" (docent) ve 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırdı ve "full professor" (profesör) unvanını aldı.


Bu ünvan ile modern üniversite tarihinin ve Yale Üniversitesi tarihinin (son 300 yıldaki) en genç profesörü oldu.

1964/29 yaşındayken : ODTÜ’ye Danışman Profesör olmuş, Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atanmıştır. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk birkaç profesöründen biri oldu.
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'ne seçilen ilk ve tek Türk olmuştur.


Seninle ne kadar gurur duysak az, affet bizi... ve ışıklar içinde uyu Oktay Hocam...

0 yorum:

Mutlu Mu Olmak İstiyorsun?

11:19 Bahar ERGÜL 2 Comments

(not:bu fotoğrafı dün Heybeli Ada'da çektim)

Basit şeylerle mutlu olmak genlerimde var benim.
Son derece varlıklı bir ailenin kızı olan annem de beş parasız babamı bu yüzden tercih etmiş sanırım. Ailesinde adını bilmediği yokluğu, hayat arkadaşıyla gocunmadan göğüsleyebildiyse bir anlamı vardır bunun.

Genlerimin getirdiklerinden ziyade, dünya ahvaline dair gözlemlerim de beni -hep haklı çıkaran cinstendi. Para içinde yüzen yüzlerce mutsuz, doyumsuz, griden başka bir renk tanımayan ve içinde bulunduğu karanlık çukuru bile idrak edemeyen insanları hatırın sayılır bir süre izledim. Öyle muhteşem korkuları var ki...  -Daha az kazanmak gibi!
Paranın 'iyi hissettirmek' ten başka bir faydası olmadığını fark ettiğimden beri kasmıyorum. Bu yüzden hayallerim de basit.

Köpek besleyebilmek mesela. Sabahları simit/peynir/çayla kahvaltı yapmak. Kaktüslerimi zamanını geçirmeden sulamayı unutmamak, Norah Jones’un yeni albümünü dinleyebilmek, Bim’de satılan bademli kurabiyeden kıtırdatmak sabahları kahvemin yanında…
 
Bir de yumurtayı istediğim kıvamda pişirebilmek! (bu konu önemli)
Yıllarını büyük hayallere adayan insanların, neticede mutsuz ve özgüvensiz duruşları hep aynı noktayı işaret etti. Ben demiyorum ki hayatta hiçbir amacımız olmasın? Ben demiyorum ki bundan sonra temel prensibimiz ‘vur patlasın çal oynasın.’ Arada çok ince çizgiler var okur, anladın sen.

Ben diyorum ki, mutlu olmanın yolu basit yaşamak.
Bu yüzden özlediğim zaman ararım. (Sen de ara.)
Sevdiğimi de sevmediğimi de söylerim. (Sen de söyle.)
Sarılmak istiyorsam sarılırım. (Durduğun kabahat)
Basit yaşarım yani. (İnan hayat çok kısa)

Paranın gerekliliğine inanmakla birlikte, ona endeksli yaşamamak elimizde değil mi acaba? Kırsak şu zihnimizdeki demir parmaklıkları? Üç kuruş için satmasak artık kendimizi? Farkına varabilsek ruhlarımızdaki yozlaşmanın…
Biliyorum hayat zor. Evet, hepimiz vaktimizin geri kalan kısmını daha endişesiz geçirmek için debeleniyoruz. Kaldı ki haklıyız da! Peki ya bu uğurda alçaldığımız anlar?

Hayata maddi/dünyevi bir pencereden bakıyorsan kaybolur ruhun. Mutlu olmak ne kelime, yapay ve sığ bir dünyaya kayar kalbin. Dilediğin kadar kişisel gelişim kitabı okuyabilirsin bu aşamadan sonra. Orada yazmayacak nasıl olsa ıskaladığın hiçbir şey...
Hep şunu düşünüyorum biliyor musun okur, dünyanın en lüks arabasına yalnız ve mutsuz bindikten sonra nereye gittiğinin ne önemi var? Muhteşem bir yalı dairesinde oturduğunda Azrail çalmayacak mı kapıyı? Çok varlıklı bir insanla evlenip servetine servet katabilirsin belki. Ya kendi başına kalınca hissedeceğin onursuzluk duygusu?

Bir mezar taşına indirgenecek tüm bu savaşlar, hatırlatayım dedim. Mülkiyetini öteki tarafa intikal ettiren olmadı daha.

En iyisi köpek beslemek.
Bahçeli ev ilanlarına bakmak lazım...

2 yorum:

İyi Haftalar Olsun !

10:42 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
Sabah işe giderken gülümsemeye başladı insanlar. Geç oldu ama sonunda ‘birazcık’ olsun kurtulduk soğuktan, kasvetten. Ruhlarımız aydınlandı nihayet!
‘Yapılacaklar’ listesi bitmeyenlerden misiniz? Ve bu listeler genellikle güneşli havalarda mı geliyor aklınıza? Peki bazen hayatın, planladıklarınıza yetecek kadar uzun olması için pazarlık edesiniz geliyor mu? Hmmm, belirtiler tanıdık  :))

İnsan denen yaratık hava durumuna endeksli yaşıyor. Kapkara bir bulut, sanmam ki bir Allah'ın kuluna zerre kadar yaşama sevinci aşılasın. Depresyon oranının kış aylarında yükselmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Ya da güneşi az gören ülkelerdeki intihar oranının her zaman daha yüksek oluşunu neye bağlayalım?
Güneşli havalar, kasvetten ve buhrandan kurtulmak için inanılmaz fırsatlardır benden söylemesi. İyi dileklerle, baharı karşılayalım hep birlikte. Güzel şeyler duymaya ve görmeye olan ihtiyacımız bu seviyelerdeyken diyorum, beklemeyelim! Biz güzelleştirelim hayatı, önce kendi gözlerimizden başlayarak :))
 
Dostlarınıza sımsıkı sarılın. Canınızı sıkan insanları da silin gitsin, hiçbir şey sizden daha değerli değil hayatta. Unutmayın; herşey sizinle anlam bulur. Asla arkanıza bakmayın!

Hadi bakalım...
Günün ilk kahvesinden bir yudum alırken, başınıza gelen herşey için teşekkür etmeyi de unutmayın.
İyi haftalar olsun!

0 yorum:

Happy Easter !

10:05 Bahar ERGÜL 1 Comments

 
Yumurta Bayramı ya da bilinen adıyla ‘Paskalya Bayramı’ Hristiyanlar için çok eski ve önemli bir bayram. Paskalya her yıl bahar aylarında (genelde Nisan ayının ikinci pazarı) kutlanıyor. Hz. İsa’nın çektiği acıların sona erdiğini, dirilişini ve diğer tanrıların yanına yükselişini simgelemesi açısından oldukça önemli. Bu yüzden son derece görkemli kutlamalar yapılıyor. Bu arada yeniden doğuşu simgeleyen şey   –Yumurta !

(Yumurta, eski birçok inanışta da yeniden doğuşu simgeliyor nedense. Bu konuyu din bilimcilerine sormak lazım. Ben yaptığım kişisel araştırmamda bunun,  ‘her hayat bir yumurtadan doğar’ gibi bir felsefeden ortaya çıktığına ulaştım fakat detaylarına çok vakıf değilim.)

Bu bayramın tavşanı meşhur. (Tavşan birçok kültürde bereketi simgeliyor) Eğer Paskalya zamanı Avrupa’ya yolunuz düşerse her köşe başında yer alan tavşan figürlerini görürsünüz. Ben geçen yıl Paskalya zamanı Almanya’daydım ve şunu söylemeliyim ki, Avrupa’da Noel zamanlarından sonra yılın en keyifli görüntüleri Paskalya Bayramı’nda oluyor.
Her köşe başında tavşan şeklinde çikolatalar ve rengarenk yumurtalar var. Alışveriş merkezleri, çarşı pazar, küçük büyük bütün dükkanları süslemek için her yerde hummalı bir çalışma var. Ortaya çıkan devasa çikolata kuleleri bana aklımı kaybettirecekti :))

Bu arada bütün özel günlerde olduğu gibi bu konuda da acayip bir sektör gelişmiş durumda. İnsanlar çılgınlar gibi alışveriş yapıyor, bir alışveriş merkezinde dikkatimi çekmişti. Yanımdan geçen  -istisnasız herkesin alışveriş sepetinde tavşan ve yumurta şeklinde bir sürü çikolata vardı. Ben de epey tahrik olmuş ve neredeyse bir bavul çikolatayla dönmüştüm Türkiye’ye. Beni görenler dinine düşkün muhafazakar bir Katolik/Ortodoks zannetmişlerdir  –Allah affetsin.

Sayısız kilise gezmiştim Almanya’da. Tuttuğum dileklerin, yaktığım mumların dili olsa keşke… Rahmetli babaannem  ‘Hepimizin Allah’ı aynı kızım, boşver!’  derdi. Çaresizlikten mi, sığınma ihtiyacından mı yoksa insan olarak aciziyetimizin idrakında olduğumdan mı bilmiyorum, galiba bütün tanrıların kapısını çaldım.

Nerde kalmıştık?
Atlanmaması gereken önemli bir konu da şu ki, Paskalya’ dan önce 40 gün oruç tutuluyor. Fakat bu oruç bizim bildiğimiz oruçlardan değil. Et, yumurta, süt ürünleri, şarap, bitkisel ve hayvansal yağlar tüketilmiyor.

Bu bayram toplamda 3 gün sürüyor. Cuma, cumartesi ve Pazar… Pazar sabahı güneş doğmadan kilisede ayinler düzenleniyor ve daha sonra da genellikle ailelerle, eş dostla yemekler yeniliyor. Birde bunu müteakip olduğunu –tahmin ettiğim bir süreç var ki o da özenle boyanan yumurtaların saklandıkları yerlerden bulunması. Bu aşamada bir hayli eğlendiklerini söylemişlerdi arkadaşlarım. (Bu yumurtalarla yapılan aktivitelerin Pagan döneminden geldiğini okumuştum. Kilise her fırsatta Pagan Kültürünü tamamen reddettiğini belirtse de aksini gösteren bir dolu şey var)

Paskalya Bayramı bazı çevrelere göre ise aynı zamanda bahar bayramı? Bizde çeşitli terörist ve bölücü çevrelerin burnumuzdan getirdiği Nevruz’la eşdeğer mi bilmiyorum ve bu konuyu sizin yorumlarınıza bırakıyorum.

Paskalya Bayramı’nın olmazsa olmazlarından biri de; Paskalya Çörekleri ! Aslında bizim annelerimiz biliyor ve çok da güzel yapıyor bunu. Çok spesifik bir tarifi yok.  Fotoğrafına bakarken bile yemiş kadar oldum.

Afiyet olsun Hristiyan alemine!  -Amen.

1 yorum:

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Blogger tarafından desteklenmektedir.