Bazı Şarkılar...

19:18 Bahar ERGÜL 1 Comments


Bazı şarkılar vardır, geri dönmek istemediğiniz yerlere götüren...Özlediklerinize kavuşturan. Sizin yerinize 'seni çok özledim' diyen...
Bu şarkı onlardan.
 
Bir arkadaşım demişti ki ;
'Ne kadar değişirsen değiş, nerede mutlu olduysan, hep oraya çevirirsin kafanı...'

Bu şarkıyı her gün dinliyorum.
Ve gözlerim...
Hep aynı yöne bakıyor...

1 yorum:

Kadere Bak !

10:30 Bahar ERGÜL 1 Comments

Hayat zor. Birine güvenmek, onunla bir gelecek planlamak daha zor. Bunu göze alıp aşka teslim olanlar, bazen kötü sürprizlerle karşılaşabiliyor ne yazık ki.

Bir arkadaşım vardı. Üniversitede aynı fakültedeydik. Sanat tarihi okuyordu. Son derece neşeli ve hareketli biz kızdı. Hiçbirimiz onun çenesiyle baş edemezdik. İnandığı şey ne olursa olsun fikirlerinden asla taviz vermez, bazen görüşlerini ifade ederken agresifleşirdi. Yokluğunda  'ne kadar sabit fikirli'  diye az dedikodusunu yapmadık, Allah affetsin.

Bir gün aşık oldu. Ama ne aşk! Ayakları yerden kesildi. O deli kız gitti, yerine başka biri geldi. O kadar sevecen, o kadar naif bir insan oldu ki... Bağıra bağıra konuşan insanın yerinde, empati yapabilen, duygusal ve hiç olmadığı kadar hisli bir kadın duruyordu. Aşk insana neler yaptırıyor demekten kendimizi alamadık.

4 yıl süren birliktelikten sonra muhteşem bir düğünle evlendiler. Eskisi kadar sık olmasa da belli periyotlarda görüşüyorduk. Evlilikleri gayet iyi gidiyordu. Hatta görüşmelerimizin birinde mutluluklarını perçinleyecek bir bebek istediklerini söylemişlerdi. Mutlu olmuştum onların adına.

Fakat...

Aslında hiç olmadığınız bir insan gibi davrandığınız zaman, içeriğinizde bulunmayan şeyler var-mış gibi gösterdiğinizde mutlaka bir yerde işler sarpa sarıyor. Tıkanıp kalıyorsunuz. Bizim kız da tıkanıp kalmış, aşk çekip gittiğinde özüne dönmüştü. Eski hırçınlığına ve ne yazık ki saldırganlığına yenik düşmüştü. Duygularını besleyen saygı da zamanla kaybolmuştu...

Enişte bey ise neye uğradığını şaşırmış vaziyette. 'Ben bununla nasıl evlendim?' diye kara kara düşünüyor zavallı. Hiçbir suçu yokken eşi tarafından bir takım saldırgan ve kırıcı hareketlere maruz bırakılmış. Kız arkadaşım ne kadar baskınsa, enişte bey o kadar kırılgan ve hassas.

Geçenlerde ortak arkadaşlarımızdan biri, bizim kızın edepsizliği iyice ele aldığını, ben konuşursam belki biraz düzeleceğini söyledi. (Terzi kendi söküğünü dikemez)

'Bahar, durumları çok vahim'  diye konuya girdi arkadaşım.

Her yerde bağıra çağıra kavgalar edilmiş, hakaretler havada uçuşmuş, birbirlerini iğrenç şekillerde aşağılamışlar. Konu komşularından tutun, alışveriş yaptıkları süpermarketin görevlilerine kadar herkes duymuş bunları... Oturdukları semte rezil olmuşlar. Tüm samimiyetimle söylüyorum sırf enişte için endişelendiğimden, konuşmayı kabul ettim. Hanım kızımızı tanıdığım için neler yapabileceğini çok iyi biliyorum...

Evlerine gittiğimde kapının önünde dondum kaldım! Gördüklerim inanılır gibi değildi. Ev savaş alanına dönmüş, arkadaşım eşyalarını toplamış, salyalar saçarak 4 yıldır aynı yastığa baş koyduğu adama ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. Feci bir kavgaya daha tutuşmuşlar...

Boşanma davası çoktan açılmış. Para ve mal mülk için savaşıyorlardı artık…

Hani ben evliliklerini bitirmeden önce bir kez daha düşünmeleri için onlara yol göstermeye gitmiştim ya...?  Mahkemede  'geçinemediklerine dair'  şahitlik yapmam istediler benden. Ayrılmalarını, daha doğrusu ‘birbirlerinden kurtulmalarını’ kolaylaştırmam bekleniyordu yani...

Bir evliliğin bitmesine şahitlik etmek...

Trajik değil mi...

Nikah şahitleri de bendim.

1 yorum:

Danny Collins

15:55 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
‘Hayatı uçlarda yaşamanın muhteşemliğini hayal ederiz de, sonuçları/bedelleri hakkında pek çoğumuzun bir fikri yoktur…’
 
Son zamanlarda izlediğim en başarılı film, başrolünü Al Paçino’nun oynadığı  ‘’Danny Collins’’.
Önce kısaca filmin künyesinden bahsetmek gerekirse,
Yazar, yapımcı ve yönetmenliğini Dan Fogelman yapmış. Bu adam çok başarılı. Hakkında küçük bir araştırma yaparsanız görürsünüz…
 
‘Bolt’ ve ‘Arabalar’ gibi animasyon filmleriyle bu alandaki çıtayı oldukça yükselten ve  ‘Çılgın Aptal Aşk’, ‘Last Vegas’  gibi  ‘sağlam’ komedi filmlerinin senaristliğini de yapmış olan Dan Fogelman'ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi ‘Danny Collins.’  Bu açıdan filmin büyük bir kilometre taşı olduğunu söyleyebiliriz.
 
Oyuncular ise;  Christopher Plummer, Jennifer Garner, Annette Bening, Josh Peck, Eric Lange, Scott Lawrence, Ron Bottitta, Linda Wang, Kyle Leatherberry ve tabi ki (artık 75 yaşında olan) Al Pacino ! 
Filmin türü için, komedi ve dram diyebiliriz. Güldürürken düşündüren cinsten.
 
Bu tarz filmler, vermek istediği mesajı daha net ve kafa karıştırmadan veriyor izleyiciye. Aksiyon filmleri gibi kırıp dökme hissi uyandırmayan, düşündürürken de yaratıcılığınıza dokunan filmleri daha çok tercih edin. Hayat yeterince sert değil mi zaten?
 
Al Paçino deyince akan sular durur benim için! Danny Collins karakteri için, Al paçino mükemmel bir seçim olmuş. Bu adamın, karakter taşıma kabiliyetine dair kurulacak bir cümle yok zaten : )
Dan Fogelman sıra dışı bir hikayeden yola çıkarak, aslında herkesi içinde bulunduğu koşullarla yüzleştirmeye çalışmış ve kararlar alırken, bedellerini de düşünmesi gerektiği gerçeği ile baş başa bırakmış.
‘Danny Collins’ filmi; sanatçıların ve paraya boğulmuş insanların hayatlarında ne olup bittiğiyle ilgili önemsenmesi gereken fikirler veriyor. Bir sanatçının inişli çıkışlı ruhu ve hayatı arasındaki çetrefilli süreçler güzel işlenmiş. Mesela girişte madde bağımlılığı ile ilgili çarpıcı sahneler var.
Dünyaca ünlü ve muazzam bir hayran kitlesi olan rock yıldızı olan Danny Collins, çılgınca bir hayat yaşamakta, dünyanın bütün nimetlerinden faydalanmaktadır. Yaptığı başarısız evliliklerle, etrafındaki sayısız kadınla, sahne ışıklarıyla, duymaya çok alışık olduğu alkışlarla ve elinden düşürmediği viski bardağıyla mutlu olmaya çalışmakta, bir yandan da tükenmişlik sendromu ile boğuşmaktadır.
Ta ki menajerinin kendisine verdiği habere kadar! John Lennon’ un 40 yıl önce kendisine yazmış olduğu mektup, Danny’ye yeni ulaşmıştır. (arka fonda başlayan ‘İmagine’ şarkısıyla film, başka bir frekansa geçiyor ve olaylar zinciri bundan sonra başlıyor)
Bu mektupta Danny Collıns’ in, yıllardır kafasını meşgul eden soruların cevabı vardır!
‘…Kendine karşı dürüst ol, müziğine karşı dürüst ol…’
Danny bu mektubu aldıktan sonra şunu düşünmeye başlar, ‘eğer bu mektubu zamanında alabilseydim, yaşamım nasıl olurdu?’
Hayatı ile ilgili yeni kararlar alarak, hatalarını telafi etmeye karar verir. Hayalini kurup yapamadığı şeyleri yapmak için son turnesini iptal eder ve bir yolculuğa çıkar. New Jersey’de bir otele yerleşir. Burada ailesiyle ve geçmişiyle yaşadığı bir takım yüzleşmeler var. (Sahneler çok duygusal)
Ben detayları anlatıp büyüyü bozmasam diyorum?
Danny Collins diyor ki; Para, insanı sadece yalnız bırakır... İlerde pişmanlık duymak istemiyorsan, sevdiklerinle birlikte olmalısın. Hayat çok kısa!
Keyifli bir yolculuğa çıkmak, bunu yaparken de kendi yaşamınızı gözden geçirmek isterseniz…
Danny Collins kesinlikle izlemeniz gereken bir film…
 
 

0 yorum:

Işıklar İçinde Uyu Oktay Hocam...

11:36 Bahar ERGÜL 0 Comments


 
Söze nasıl başlasam bilemedim bu defa. Adını duyunca bile oturuşumu düzeltme ihtiyacı duyduğum Oktay Hocam bugün aramızdan ayrıldı. 81 yıllık koca çınar yorgun düştü...
Yolun çok başlarında olduğum zamanlarda, kitabı ‘Bye bye Türkçe’ ile hayatıma dahil olmuştu. Türkçe’nin bilim dili olması için ciddi adımlar atmaya çalışan ama maalesef kendi ülkesinden bile destek göremeyen ve ‘sadece ülkesinde’  yalnız bir bilim adamıydı Oktay Sinanoğlu.

Daha sonraki yıllarda da bir büyüğüm elimden tutup konferansına götürmüştü beni. Çok değerli bir insandı Türkiye için. Kıymetini bilemedik ya, hepimize yazıklar olsun.

Tırnağı kırıldığı için haber yapılan saçma sapan bir güruhtan fırsat bulup, pek yer veremediler sevgili basın mensuplarımız bu konuya.
İngilizceyi ana dili gibi konuşabilen fakat bütün konferans ve sunumlarında ısrarla Türkçe konuşan bu adam, pek dikkat çekmedi nedense! 
Oktay Hoca’yı bilenler bilir, Nam-ı diğer ‘Türk Aynşatynı’

26 yaşında Yale Üniversitesi’ne profesör olmuş, 2 kez Nobel ödülüne aday gösterilmiş, matematik, moleküler biyoloji, fizik, astrofizik, nükleer fizik gibi alanlarda dünyada adından söz ettirmiş, bir dönem ABD kimya enstitüsüne başkanlık yapmış bir bilim adamıdır kendisi.

Giden gitti ama siz çocuklarınıza gurur duyacağı bir şeylerden bahsetmek isterseniz burada kısa ve öz bilgiler mevcut.

Oktay Sinanoğlu;
1953/18 yaşındayken : Atatürk tarafından 1928 yılında kurulmuş olan TED Yenişehir Lisesi’ni burslu olarak okudu ve birincilikle bitirdi. Aynı okulun bursuyla kimya mühendisliği okumak üzere ABD’ye gitti.

1956/21 yaşındayken : ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley kimya mühendisliğini birincilikle bitirdi.

1957/22 yaşındayken : Massachusetts institute of Technology ' yi (mit) 8 ayda birincilikle bitirerek Yüksek Kimya Mühendisi oldu.

1960/25 yaşındayken : Yale Üniversitesi’nde "Asistant Professor" (yardımcı doçent) olarak çalışmaya başladı.

1961/26 yasındayken : Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı ile "associate professor" (docent) ve 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırdı ve "full professor" (profesör) unvanını aldı.


Bu ünvan ile modern üniversite tarihinin ve Yale Üniversitesi tarihinin (son 300 yıldaki) en genç profesörü oldu.

1964/29 yaşındayken : ODTÜ’ye Danışman Profesör olmuş, Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atanmıştır. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk birkaç profesöründen biri oldu.
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'ne seçilen ilk ve tek Türk olmuştur.


Seninle ne kadar gurur duysak az, affet bizi... ve ışıklar içinde uyu Oktay Hocam...

0 yorum:

Mutlu Mu Olmak İstiyorsun?

11:19 Bahar ERGÜL 2 Comments

(not:bu fotoğrafı dün Heybeli Ada'da çektim)

Basit şeylerle mutlu olmak genlerimde var benim.
Son derece varlıklı bir ailenin kızı olan annem de beş parasız babamı bu yüzden tercih etmiş sanırım. Ailesinde adını bilmediği yokluğu, hayat arkadaşıyla gocunmadan göğüsleyebildiyse bir anlamı vardır bunun.

Genlerimin getirdiklerinden ziyade, dünya ahvaline dair gözlemlerim de beni -hep haklı çıkaran cinstendi. Para içinde yüzen yüzlerce mutsuz, doyumsuz, griden başka bir renk tanımayan ve içinde bulunduğu karanlık çukuru bile idrak edemeyen insanları hatırın sayılır bir süre izledim. Öyle muhteşem korkuları var ki...  -Daha az kazanmak gibi!
Paranın 'iyi hissettirmek' ten başka bir faydası olmadığını fark ettiğimden beri kasmıyorum. Bu yüzden hayallerim de basit.

Köpek besleyebilmek mesela. Sabahları simit/peynir/çayla kahvaltı yapmak. Kaktüslerimi zamanını geçirmeden sulamayı unutmamak, Norah Jones’un yeni albümünü dinleyebilmek, Bim’de satılan bademli kurabiyeden kıtırdatmak sabahları kahvemin yanında…
 
Bir de yumurtayı istediğim kıvamda pişirebilmek! (bu konu önemli)
Yıllarını büyük hayallere adayan insanların, neticede mutsuz ve özgüvensiz duruşları hep aynı noktayı işaret etti. Ben demiyorum ki hayatta hiçbir amacımız olmasın? Ben demiyorum ki bundan sonra temel prensibimiz ‘vur patlasın çal oynasın.’ Arada çok ince çizgiler var okur, anladın sen.

Ben diyorum ki, mutlu olmanın yolu basit yaşamak.
Bu yüzden özlediğim zaman ararım. (Sen de ara.)
Sevdiğimi de sevmediğimi de söylerim. (Sen de söyle.)
Sarılmak istiyorsam sarılırım. (Durduğun kabahat)
Basit yaşarım yani. (İnan hayat çok kısa)

Paranın gerekliliğine inanmakla birlikte, ona endeksli yaşamamak elimizde değil mi acaba? Kırsak şu zihnimizdeki demir parmaklıkları? Üç kuruş için satmasak artık kendimizi? Farkına varabilsek ruhlarımızdaki yozlaşmanın…
Biliyorum hayat zor. Evet, hepimiz vaktimizin geri kalan kısmını daha endişesiz geçirmek için debeleniyoruz. Kaldı ki haklıyız da! Peki ya bu uğurda alçaldığımız anlar?

Hayata maddi/dünyevi bir pencereden bakıyorsan kaybolur ruhun. Mutlu olmak ne kelime, yapay ve sığ bir dünyaya kayar kalbin. Dilediğin kadar kişisel gelişim kitabı okuyabilirsin bu aşamadan sonra. Orada yazmayacak nasıl olsa ıskaladığın hiçbir şey...
Hep şunu düşünüyorum biliyor musun okur, dünyanın en lüks arabasına yalnız ve mutsuz bindikten sonra nereye gittiğinin ne önemi var? Muhteşem bir yalı dairesinde oturduğunda Azrail çalmayacak mı kapıyı? Çok varlıklı bir insanla evlenip servetine servet katabilirsin belki. Ya kendi başına kalınca hissedeceğin onursuzluk duygusu?

Bir mezar taşına indirgenecek tüm bu savaşlar, hatırlatayım dedim. Mülkiyetini öteki tarafa intikal ettiren olmadı daha.

En iyisi köpek beslemek.
Bahçeli ev ilanlarına bakmak lazım...

2 yorum:

İyi Haftalar Olsun !

10:42 Bahar ERGÜL 0 Comments

 
Sabah işe giderken gülümsemeye başladı insanlar. Geç oldu ama sonunda ‘birazcık’ olsun kurtulduk soğuktan, kasvetten. Ruhlarımız aydınlandı nihayet!
‘Yapılacaklar’ listesi bitmeyenlerden misiniz? Ve bu listeler genellikle güneşli havalarda mı geliyor aklınıza? Peki bazen hayatın, planladıklarınıza yetecek kadar uzun olması için pazarlık edesiniz geliyor mu? Hmmm, belirtiler tanıdık  :))

İnsan denen yaratık hava durumuna endeksli yaşıyor. Kapkara bir bulut, sanmam ki bir Allah'ın kuluna zerre kadar yaşama sevinci aşılasın. Depresyon oranının kış aylarında yükselmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Ya da güneşi az gören ülkelerdeki intihar oranının her zaman daha yüksek oluşunu neye bağlayalım?
Güneşli havalar, kasvetten ve buhrandan kurtulmak için inanılmaz fırsatlardır benden söylemesi. İyi dileklerle, baharı karşılayalım hep birlikte. Güzel şeyler duymaya ve görmeye olan ihtiyacımız bu seviyelerdeyken diyorum, beklemeyelim! Biz güzelleştirelim hayatı, önce kendi gözlerimizden başlayarak :))
 
Dostlarınıza sımsıkı sarılın. Canınızı sıkan insanları da silin gitsin, hiçbir şey sizden daha değerli değil hayatta. Unutmayın; herşey sizinle anlam bulur. Asla arkanıza bakmayın!

Hadi bakalım...
Günün ilk kahvesinden bir yudum alırken, başınıza gelen herşey için teşekkür etmeyi de unutmayın.
İyi haftalar olsun!

0 yorum:

Happy Easter !

10:05 Bahar ERGÜL 1 Comments

 
Yumurta Bayramı ya da bilinen adıyla ‘Paskalya Bayramı’ Hristiyanlar için çok eski ve önemli bir bayram. Paskalya her yıl bahar aylarında (genelde Nisan ayının ikinci pazarı) kutlanıyor. Hz. İsa’nın çektiği acıların sona erdiğini, dirilişini ve diğer tanrıların yanına yükselişini simgelemesi açısından oldukça önemli. Bu yüzden son derece görkemli kutlamalar yapılıyor. Bu arada yeniden doğuşu simgeleyen şey   –Yumurta !

(Yumurta, eski birçok inanışta da yeniden doğuşu simgeliyor nedense. Bu konuyu din bilimcilerine sormak lazım. Ben yaptığım kişisel araştırmamda bunun,  ‘her hayat bir yumurtadan doğar’ gibi bir felsefeden ortaya çıktığına ulaştım fakat detaylarına çok vakıf değilim.)

Bu bayramın tavşanı meşhur. (Tavşan birçok kültürde bereketi simgeliyor) Eğer Paskalya zamanı Avrupa’ya yolunuz düşerse her köşe başında yer alan tavşan figürlerini görürsünüz. Ben geçen yıl Paskalya zamanı Almanya’daydım ve şunu söylemeliyim ki, Avrupa’da Noel zamanlarından sonra yılın en keyifli görüntüleri Paskalya Bayramı’nda oluyor.
Her köşe başında tavşan şeklinde çikolatalar ve rengarenk yumurtalar var. Alışveriş merkezleri, çarşı pazar, küçük büyük bütün dükkanları süslemek için her yerde hummalı bir çalışma var. Ortaya çıkan devasa çikolata kuleleri bana aklımı kaybettirecekti :))

Bu arada bütün özel günlerde olduğu gibi bu konuda da acayip bir sektör gelişmiş durumda. İnsanlar çılgınlar gibi alışveriş yapıyor, bir alışveriş merkezinde dikkatimi çekmişti. Yanımdan geçen  -istisnasız herkesin alışveriş sepetinde tavşan ve yumurta şeklinde bir sürü çikolata vardı. Ben de epey tahrik olmuş ve neredeyse bir bavul çikolatayla dönmüştüm Türkiye’ye. Beni görenler dinine düşkün muhafazakar bir Katolik/Ortodoks zannetmişlerdir  –Allah affetsin.

Sayısız kilise gezmiştim Almanya’da. Tuttuğum dileklerin, yaktığım mumların dili olsa keşke… Rahmetli babaannem  ‘Hepimizin Allah’ı aynı kızım, boşver!’  derdi. Çaresizlikten mi, sığınma ihtiyacından mı yoksa insan olarak aciziyetimizin idrakında olduğumdan mı bilmiyorum, galiba bütün tanrıların kapısını çaldım.

Nerde kalmıştık?
Atlanmaması gereken önemli bir konu da şu ki, Paskalya’ dan önce 40 gün oruç tutuluyor. Fakat bu oruç bizim bildiğimiz oruçlardan değil. Et, yumurta, süt ürünleri, şarap, bitkisel ve hayvansal yağlar tüketilmiyor.

Bu bayram toplamda 3 gün sürüyor. Cuma, cumartesi ve Pazar… Pazar sabahı güneş doğmadan kilisede ayinler düzenleniyor ve daha sonra da genellikle ailelerle, eş dostla yemekler yeniliyor. Birde bunu müteakip olduğunu –tahmin ettiğim bir süreç var ki o da özenle boyanan yumurtaların saklandıkları yerlerden bulunması. Bu aşamada bir hayli eğlendiklerini söylemişlerdi arkadaşlarım. (Bu yumurtalarla yapılan aktivitelerin Pagan döneminden geldiğini okumuştum. Kilise her fırsatta Pagan Kültürünü tamamen reddettiğini belirtse de aksini gösteren bir dolu şey var)

Paskalya Bayramı bazı çevrelere göre ise aynı zamanda bahar bayramı? Bizde çeşitli terörist ve bölücü çevrelerin burnumuzdan getirdiği Nevruz’la eşdeğer mi bilmiyorum ve bu konuyu sizin yorumlarınıza bırakıyorum.

Paskalya Bayramı’nın olmazsa olmazlarından biri de; Paskalya Çörekleri ! Aslında bizim annelerimiz biliyor ve çok da güzel yapıyor bunu. Çok spesifik bir tarifi yok.  Fotoğrafına bakarken bile yemiş kadar oldum.

Afiyet olsun Hristiyan alemine!  -Amen.

1 yorum:

Şans Ayağıma Geldi

16:28 Bahar ERGÜL 0 Comments

Çok çok sevdiğim ve tüm zamanlarımın favorilerinden olan Adam Sandler’i kötü bir filmde görmedim şimdiye kadar. Gerek oyunculuk performansı, gerek sosyal hayatındaki duruşu ve  -tabi ki-  gerekse
yakışıklılığından ötürü Adam Sandler’e bayılan tek kişi olmadığımı da gayet iyi biliyorum.
 
Rüştünü çoktan ispatlamış bir aktör olmasının yanında 10 parmağında 10 marifet var Sandler’in. Stand up ve komedi merakıyla başlayan Hollywood yolculuğu, tiyatro ve çeşitli müzikallerle devam edip, program yapımcılığı ve senaryo yazarlığı ile popülerlik kazanmış. En başarılı olduğu sinema alanında ise buraya sığamayacak kadar çok işe imza atmış sevgili Sandler’imiz.  :))

Geçen akşam Can’la sinemaya gittik. (Çocuk benim yüzümden vefat edecek) Akşam saatleri olduğu için ve Can işten yeni çıkmış olduğu için çok yormayacak bir şeyler olsun istedik. Kör gözlerim afişlerdeki yazıyı okuyamıyor ama bu adamın gülüşünü her koşulda tanıyorum. İkimiz de filmin konusunu beğendik ve  ‘Şans Ayağıma Geldi’  filmi için biletlerimizi aldık.

Öncelikle belirtmeliyim ki, film keyifli ve eğlenceli, ailecek izlenebilir. (sevişme/öpüşme filan hiç yok) Alman Yahudileri' nin kullandığı tuhaf bir aksanla ve farklı bir atmosferle başlıyor ilk sahneler.
Max Simkin, ailesinin tam dört kuşak işlettiği ayakkabı dükkanında çalışan bir ayakkabı tamircisidir. Tek isteği, monoton hayatından kurtulmak, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak ve eğlenmektir. Çünkü Max uzun zamandır, babasından devraldığı hayatı fazlasıyla sıkıcı bulmakta ve annesiyle birlikte kendisini yalnız bıraktığı için de babasını affedememenin mutsuzluğuyla yaşamaktadır.
Ta ki dükkanın bodrum katında bulduğu babasından kalan bir makinenin marifetlerini keşfedene kadar! Max’in hayatının akışını değiştiren olaylar zinciri bu şekilde başlıyor.
Bu sihirli makine sayesinde müşterilerinin ayakkabılarını ayağına geçirdiği anda onların kılığına bürünen Max, başta oldukça eğlenceli zamanlar geçirirken beklendiği üzere başını belaya sokmaktan geri kalmayacaktır. Bir transseksüelden tutun, mafya babalarına kadar kimler yok ki bu listede…

Kentsel dönüşümler, çevreci yaklaşımlar ve insan faktörü gibi konular da filmdeki olaylar örgüsüne dahil edilmiş ve yönetmenin şahsi görüşü de araya sızmış, çok ta güzel olmuş. Keyifli ve anlamlı bir mücadele var senaryonun arka planında.
Filmin başrollerinde Adam Sandler’le birlikte Dan Stevens, Steve Ruscemi ve Dustin Hoffman var. (Dustin Hoffman… O bir efsane!)

Filmin teknik detayları ile ilgili gözüme çarpanlar;
Bu senaryo bir animasyon filmine uygulanabilseydi şayet, film yıkılabilirdi! Lakin öyle olmamış maalesef. Senarist, oyuncuları biraz zayi etmiş gibi geldi bana. Yönetmen ve senarist McCarthy, açıkçası bu defa biraz kafası karışık bir film yapmış ve özellikle final bölümünde bazı şeyleri askıda unutmuş. Senaryodaki kopukluklar sona gidildikçe daha da göze çarpıyor.
 
Bazı filmler senaryoda yani kağıt üzerinde çok başarılı olacağı hissi verebilir ama beyazperde tuhaf bir şey. Vasat bir senaryo muhteşem bir yapıta dönüşebildiği gibi, görüldüğü üzere tam tersi durumlar da olabiliyor.  ‘’Şans Ayağıma Geldi’’ karışıklığıyla sıkıyor hafiften.

Fakat bu filmin şöyle bir güzelliği var; günümüz insanının çekinceleri çok güzel işlenmiş. Film boyunca izleyiciye verilmek istenen mesaj bu çağın insanı için cuk oturmuş. ‘Bir insana dış görünüş olarak benzemek istemek genellikle beklenmedik şeylere yol açar.’
 
Bu arada Sandler artık 48 yaşında ve doğal olarak artık kaz ayakları ve ince çizgileri de belirginleşmiş durumda. Serseri zamanlarından ve munzur bakışlarından artık eser yok. Ayrıca O bir Başak burcu!
Zaman tüm sevdiklerimize iyi baksın,
Hadi iyi seyirler, keyifli hafta sonları ! 

0 yorum:

'Kafamda Bir Tuhaflık'

19:12 Bahar ERGÜL 0 Comments

Bazı kitaplar sadece kelime hazinenizi genişletmez, doğruluğundan emin olduğunuz birtakım temel inançları sorgulatır. Bu yazımı onlardan birine ayırdım.

Aylardır çok satanlar listesinde gördüğüm bir kitabı kendime yenilip aldım ve  -bitmesin diye yavaş yavaş okuduklarıma bir yenisi daha eklendi.
Son zamanlarda beni en çok etkileyen ve hayli derin düşüncelere salan bu kitap, Orhan Pamuk’un son eseri  ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ oldu…
Oldum olası severim Pamuk’un o  -ağır takıntılı hallerini. Yıllardır tanıdığım ve her derdimde ilk ona koştuğum biriyle laflıyormuşum hissi veriyor bana. İyi de geliyor garip bir şekilde.
Tam bir ruh hastası aslında Orhan Pamuk. Özel yaşamındaki duruşundan ve politik söylemlerinden hiç haz etmem orası da ayrı bir konu. Bir Nobel Ödülü için kimse vatanı olarak gördüğü ya da  ‘bir şekilde’  aidiyet hissettiği bir  ‘şey’e  ihanet etmemeli.
Ama bu düşüncelerimiz bizim de ‘kişisel’  kalmalı diye düşünüyorum. Bir eser meydana getirmek, bir şey yaratmak ya da kalbe dokunan bir hikaye kurgulamak farklı bir kabiliyettir. Sunulan içeriğin kalitesi bütün tartışmaları noktalıyorsa eğer, biraz düşünmek ve sapla samanı ayırt etmek gerekir.

‘Kafamda bir Tuhaflık…’   

Geleneksel ritüellerden doğan masum bir aşkın, başka eller tarafından yapılan küçük bir ‘düzeltme’ ile bir hayatı nerelere taşıyabileceğine dair güzel bir örnek. 1969 yıllarından başlayarak resmedilen toplumsal yapı, kentsel doku ve işlenen kadın profili ise çok tanıdık.

Bunların yanında dönemin siyasi çalkantılarının, Anadolu’nun dört bir yanından ‘taşı toprağı altın’ İstanbul’a gelen insanlara ödettiği bedel unutulmamış. Eski zamanların meşakkatli meslekleri ve hayatın bu meslek erbaplarına sunduğu koşullar, paranın yeryüzündeki tüm kutsal bağları nasıl yok ettiği dikkatle işlenmiş.
Kitabın kurgusu sürüklerken arka planda okura sorduğu sorular, cevapları zaman alan cinsten…
‘Aşkta insanın niyeti mi önemlidir, kısmeti mi?’
‘Mutluluk ya da mutsuzluk bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda gelişip başımıza mı gelirler?’

Orhan Pamuk diyor ki; bazen senin hükmedemediğin bir güç sana senin mutluluğunu daha iyi tanımlar. Bazen, sana iyi gelmeyecek bir şey için ısrar ettiğini yolun sonunda bile anlayamayabilirsin?

Ne dersiniz ?
Okuyun bu kitabı.

0 yorum:

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Blogger tarafından desteklenmektedir.